Yolların Kanla İmtihanı 

‘’ Halk bir orman… Ormana gir, dolaş, fakat elinde balta olmasın. ‘’

‘’ Yağmur çiseliyordu. Devriye gezen Bulgar askerlerinin dışında kimse yoktu. Çiseleyen yağmurla Serez sanki ağlıyordu. Yollar kan gölü halindeydi. Orada burada kıvrılmış çocuk ve kadın cesetleri vardı. 
Yağmur kanla başlamıştı. ‘’ 
İkinci Balkan Bozgunu’nun acı ve kanlı yüzüne şahitlik edip, 150 yıl öncesi siyasi ve sosyal ortamları teneffüs etmeye hazırsanız, dönemin romanı ile yolculuğumuz başlıyor. 
Balkan, Sofya, Berlin, Dersaadet, Derne, Serez; bir kanser hücresi gibi coğrafyamızın her bir parçasını saran ardı arkası kesilmeyen facialar. Cumbalı konaklarda endişe, hüzün, asabiyet, korku ve benzeri ruh halleri içinde sararıp solmuş benizler. Yalılara dalga dalga ulaşan suikast haberleri…
Birinci Dünya Savaşı’na giden yolda, dönemin siyasi ve sosyal şartları, kültürel bakış açısı ile iç içe. Bir tarafta talan edilen devlet, diğer tarafta 31 Mart Olaylarını tertipleyip, Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren politikacıların geç kalmış pişmanlıkları, Trablusgarp hezimeti, ordusuna siyaset bulaşmış Osmanlı’nın çaresizliği bir tarihi sinema gibi roman sayfalarından okura akıyor. 
Dersaadet’te ‘’Üç Kafadarlar’’: 150 yıl öncesine çıktığım yolculukta gözlerimi kapatıp, tüneldeki pastanede kendime bir masa seçiyorum. Fındıklı kahve yanına o dönem tercih edilen elmalı çöreklerin tadını hissediyorum adeta. Yan masada oturan Üç Kafadarlar’ın sohbetlerine kulak verince, Rıza Tevfik, Halide Edip, Doktor Rıza’dan başkası olmadıklarını görüyorum. Duyduklarım boğazımda düğüm oluyor, yüreğimde yanan ateş. 
Klasik tiplerin dışında sahnede yerini alan; Yahya Kemallerden, Neyzen Tevfiklere, Kuşçubaşı Ekremlerden Sadrazam Sait Halim Paşa’ya kadar birçok tarihi şahsiyet hakkında farklı bakış açılarım oluşuyor. 
Ve münadilerin sesi neredeyse her köşe başında kulaklarımda çınlıyor: 
‘’Devlet-i Aliye, Müttefiki Alamanya’nın yanında Dünya Harbi’ne dâhil olmuştur! Meclis- i Mebusan kararıyla ‘’ Seferberlik’’ ilan edilmiştir! Halifeyi Rûy-i zeminimiz kahraman ordumuz içün dua etmektedir! Ve Ümmet-i Muhammed’den dua beklemektedir! ‘’
Yollarda insanlar ne olup bittiğinin farkında değilken, Halide Edip ağlıyordu, Salih Zeki ağlıyordu, Sait Halim Paşa ağlıyordu. Evinin penceresinden ortalığı seyreden Rıza Tevfik hüngür hüngür ağlıyordu. 
Bindik bir alamete, gideriz kıyamete!.. 
Yağmur Kanla Başladı
Üstün İnanç
Mihrabad Yayınları, 221 sayfa 

Müzeyyen Hülya Günay

GENÇLİK VE İLİM

Söyle gençlik, neden böyle yastasın?

Bilmez misin, hangi boyutta ne mikyastasın?

Korkma! Zail materyaller seni sarsmasın,

Sen ki ilim ile kemale erecek yaştasın.

Uyan ey gençlik uyan! Okumanın yaşı yoktur,

Topluma zarar veren cehaletler pek çoktur,

Keşmekeşlere saplanmanın sana yararı yoktur,

Hedefi vurmak için, ilim en değerli oktur.

Hakikate ışık tutan nice deliller vardır.

Araştırıp bulursan, terakkiye medardır.

Keşfettiğin ışıklarla hem dimağın nurlanır,

İlim ve irfan ile tüm müşküller aydınlanır.

Müspet ilimler öğrenmek istersen aheste aheste,

Unutma ve bil ki, asıl hüner ilmi talep etmekte.

Beşikten mezara kadar devam eder ilim ilmekte

Aydınlık yarınlara ulaşmak, elzemdir istikbalde.

Genç nesiller! Kitaplarınız önderiniz olsun,

Kağıt ve kalemleriniz daima siperiniz olsun,

Her dem ufkunuz selim ve cümle açık olsun,

İlim sizler için, ebedi mutluluk anahtarı olsun.

Oku kardeşim oku! Her gün bıkmadan oku,

Günlük kitap okumanın elbette yoktur zoru,

Tekrar ettikçe insan, yapar beyin sporu,

Diksiyon kazanmanın, ancak böyledir yolu.

Takılırsa kafana, herhangi bir tip soru,

Onu, an öğrenmenin çaresi de bulundu,

Teknolojik sistemlerle, internet ağ kuruldu,

Modern Çağ insanına, alternatif sunuldu.

Taş devri, maden devri ve sair devir derken,

İlim ile geçmekteyiz Teknoloji Devrinden,

Sen de geçebilirsin, hünerinle bu günden,

Nice modern çağlara terfiler kabilinden.

Ekinoks ile dünyada gece gündüz eşittir.

Ekvator çizgisiyle, kuzey güney bir eştir.

Seradan Süreyya ya tüm yıldızlar kardeştir.

Sanat ve marifetle gel, ilmini bütünleştir.

İlim sevgi ve saygı, hoşgörüyle eşdeğer,

Unsuriyet fikrini ancak böyle izale eder,

Ve insan , insanı hoş görmez ise eğer,

Tüter mi bu vatanda yaseminler, nergisler…

Emine Toral

HÜZÜNLÜ BAHÇE

Yeşil, tek katlı binanın arkasında sağ ayağını duvara yaslamış, kafasını gökyüzüne çevirmiş,
gözlerini kapatmıştı. Yüzünü tatlı bir gülümseme kaplamıştı. Elindeki kâğıdı göğsüne sımsıkı bastırmış;
uzun uzun, derin derin nefes alıp veriyordu. Aşkı içine çekip huzur ile üflüyor gibiydi.
Bir çocuk ağlaması duydu. Sessizce köşeye doğru yöneldi. Sesin sahibini göremedi. Boş kırmızı
salıncak hafifçe sallanıyordu. Sonbahar yaprakları bakımsız bahçeyi kaplamıştı. Üst bahçeye çıkan iki
basamaklı taş merdiven de yapraklarla örtülmüştü. Bahçe ne kasvetli ne de düzenliydi. Tıpkı kendi
içindeki huzur ile küçük kızdan gelen hüzünlü ses gibi.
Taş merdivenin başına kadar geldi. Sesin sahibini aradı gözleri. Evin ilk katındaki balkon
demirlerine geçirilmiş lacivert örtü çekti dikkatini. Birde pencerenin beyaz demirleri… Yeşil, lacivert,
beyazın uyumsuzluğunu; bahçenin hüznü sarmıştı. Üstüne de küçük kızın hıçkırıkları da eklenince,
kendi içindeki duyguları unutuverdi bir an...
Taş merdivenlerden yavaşça indi. Ses, duvar kenarından geliyordu. Bahçenin ortasındaki
ağaca doğru yaklaşınca, duvarın dibinde oturmuş dizlerini kendine çekmiş, sessiz sessiz ağlayan küçük
kızı gördü. Yüzündeki aşk gülümsemesi, merhamet gülümsemesine dönüştü. Yavaşça yanına yaklaştı.
Çocuğun yanına çömeldi. Onu şefkatle kucağına aldı.
“Ne oldu tatlım sana? Neden ağlıyorsun?” diye sordu, darmadağın olan saçlarını da
düzelmeye çalışırken.
Küçük kız artık kendini sıkmadan, daha sesli ağlamaya başladı. Bir taraftan ağlıyor, bir taraftan
burnunu çekiyor, bir taraftan da kesik kesik anlatmaya başladı. Parmağı ile üst bahçenin duvarını
göstererek;
“Şuradan, duvardan atladım.” Kesik kesik ağlaması devam ediyordu. Kolu ile burnunu da sildi
ve anlatmaya devam etti.
“Şu kırmızı salıncağa binecektim. Onu her gün görüyorum. Ama hep Aslı biniyordu. Aslı’yı
annesi çağırınca bende hemen binmek istedim. Tam binmiştim ki elim kaydı, düştüm. Dizim acıdı, bak
hem de kanadı.” diyerek, kanayan dizini gösterdi.
Her gün gördüğü, ama fırsat bulup binemediği salıncağa tam da binecekken düşüp dizini
kanatan küçük kızın yüreği dizinden daha çok kanamıştı.
Genç kız, küçük kızı göğsüne doğru iyice bastırdı. Küçük bakımsız bahçeye, toprağa karışmış
yapraklara, taş merdivene, çalakalem boyanan demirlere ve yeşil eve bir kez daha baktı. Ve;
“Hüzün hüznü mü ağırlar ki hep göğsünde?” dedi içinden.

Şehri Karabuğa

SEVDA SOKAĞI

Geçiyordum bir bahar sokağınızdan

Kasvetliydi âlem ve yağmur yağıyordu

Uyuverdi kalbim hıçkıran bulutlara

Tenha kaldırımlara gözlerim seni sordu

Bahçenizde pürneşe açıveren erguvan

Döküverdi çiçeğini ağlar gibi rüzgâra

Ve buğulu camlarda parmak izlerin vardı

İzlerin ki ruhumda birer sağalmaz yara

Aradım gözlerini pencerelerde

Buhurdandı toprak ve sen kokuyordu

Camları tutan buğu ve süzülen damlalar

Gönlüme hicran adlı bir perde dokuyordu

Geçiverdim her bahar sokağınızdan

Ve efsunlu camlarda, yağmurlu bahçelerde

Aradım gözlerini baharda perde perde

Ey gönül penceremden bakıp sır olan Leylâ!

Beni mecnun eyleyen

Yağmur gözlerin nerde?

Şaban Çetin

Muhabir: Harun Reşit Akçay