TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ
Sultan Vahdettin yurt dışına kaçmadı!
Dün Akittv’deki Kayıtdışı Tarih programında yukarıdaki cümleyi kurunca hem sevgili sunucumuz Serkan Okur, hem de seyircilerimiz şaşırdı. Bir ağızdan o cümle sadır oldu:
Nasıl yani?
Nasıl olduğunu orada anlattım ama burada tekrarlayayım:
İnkılap tarihi ezberlerimizden biliyoruz ki, Saltanat 1 Kasım 1922 tarihinde kaldırıldı,
Peki Vahdettin hangi tarihte Malta’ya doğru yola çıktı?
17 Kasım 1922’de.
Bir başka deyişle Vahdettin Efendi İstanbul’u terk ettiği tarihte saltanat kaldırılalı 16 gün olmuştu ve tam 16 gündür padişah değildi.
17 Kasım günü Malay Müslümanlarının satın alıp İngiliz donanmasına hediye ettikleri Malaya zırhlısına binerek Malta’ya doğru yola çıkan kişinin adı “Vahdettin” idi ama “Sultan” veya “Padişah” değildi.
Bu sebepledir ki, Sultan Vahdettin yurt dışına kaçmamıştı!
Üzerinde sadece Halifelik unvanı bulunuyordu ve o unvanı kat’iyyen bırakmadı.
Gerçi Türkiye Büyük Millet Meclisi Halife Vahdettin’in saraydan ayrılmasının ertesi günü toplanıp önce Hilafet makamının boşaldığına dair karar aldı, ardından 162 milletvekilinden 148’in oyuyla Veliahd Abdülmecid Efendi Halife seçildi. (Ne kadar gariptir ki, 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet de 148 oyla ilan edilecek, Mustafa Kemal Paşa aynı gün Cumhurbaşkanlığına yine 148 oyla seçilecekti. Bu 148 kemik oy rejimin karakterinin değişmesine yol açacak kadar kritik bir rol oynamıştır.)
Vahdettin Efendi Yıldız Sarayı’nda ikamet ediyordu ama yalnızca Halifeydi 1 Kasımdan itibaren.
Hiç mi hiç güvende değildi, çünkü sarayın etrafında birbiri ardınca tüfekler patlıyordu.
Başkâtibi Ali Fuat (Türkgeldi) Bey’e söylediği şu sözlerle derdini dile getiriyordu:
“Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakayıkı [hakikatleri] yazar.”
Diğer yandan Abdülmecid Efendi’nin Halifeliği tartışmalıydı.
Vahdettin Efendi ısrarla “Halife benim” diyordu. Çünkü Halifelik Meclisin uhdesinde değildi. Bu yüce makam, dedesi Yavuz Sultan Selim’in Kahire’den, Abbasilerden bileğinin hakkıyla söküp aldığı hanedana ait bir unvandı.
Üstelik TBMM’nin görev ve yetkileri arasında halifeyi indirmek ve yeni halifeyi seçmek yoktu. (Tıpkı 1909’da toplanan ve adına Meclis-i Milli denilen uyduruk heyetin Anayasadan aldığı bir yetki bulunmadığı halde Padişahı hal etmeye kalkmasında olduğu gibi.
Yakın tarihimizin kritik olaylarının çoğunda yetki aşımı, hatta yetki çiğneme hadisesi vardır.
Sâbık Padişah Vahdettin Halifelik hakkının Osmanoğlu hanedanında bulunduğunu ve 1876 Anayasasında belirtildiği gibi padişahlıkla beraber halifeliğin de “ekber ve erşed”, yani en büyük ve en olgun hanedan üyesinin uhdesinde bulunduğunu, kendisi ölmedikçe veya devretmedikçe başkasının Halife olamayacağını iddia ediyordu ki, sözleri son derece mantıklı ve tutarlıydı.
Ölünceye kadar da bu tavrından vazgeçmedi. Halife benim dedi. Abdülmecid Efendiyi Halife yerine koymadı, asla tanımadı. Mekke’den yazdığı beyannamesinde de bu hususu açıkça şöyle dile getirecekti:
“Şimdi ben Hilafet hakkında Ankara’da ve İstanbul’da verilen fuzuli ve cebri hükmü kat’iyyen kabul etmeyerek hakkımda reva görülen müfretiyatı (iftiraları) isnad edenlere kemal-i nefretle red ve iade ediyorum.”
Hilafetin de eklenmesiyle birlikte Osmanlı Devleti’nin bir “Saltanat-ı Muhammediye” halini almış bulduğunu savunan Sultan Vahdettin’in hayatı yakın tarihimizin acı dolu bir sayfasını teşkil etmektedir.
Sevr’i onaylamayarak tarihe geçen Sultan Vahdettin de tıpkı ağabeyi Sultan Abdülhamid gibi bir gün tarihin iftiralarından beraat edecektir. O güne kadar ulaşabildiğimiz hakikatleri yazmaya ve söylemeye devam edeceğiz. Birileri memnun olmasa da…