TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ
Yine o soru dolanıyor boynuma: Filistinli Müslümanlar toprak sattı mı?
Böyle bir iftirayı Filistinlilere kimse atamaz. Filistin ahalisi umumiyetle Osmanlının yanında durmuş ve onun saflarında İngilizlerle mücadele etmiştir. Yapılan bireysel hatalar bütünü temsil etmez, etmediği gibi bugünkü İsrail zulmünü de meşru gösteremez. Bu iftiraların asıl amacı İsrail zulmünü meşru göstermektir. Bir günah işlediğim için bütün soyum -Hıristiyanların asli günah kavramı gibi- suçlanabilir mi? Bu benim hatamdır ve kesinlikle benden sonrakilere intikal etmez. Ayrıca Filistinliler, Araplar bizi arkamızdan vurdu veya Maruni toprak ağalarının sattıkları dahil yüzde 1’i bile bulmayan arazilerini sattı diye bu topraklar İsrail’in olmadı ki. Topraklarının kahir ekseriyetini işgalle ele geçirdi İsrail. Burada temel mesele, İsrail devletinin ve Siyonizmin İslam âleminin kalbinde bir devlet kurmasına müsaade edilmiş olmasıdır. Bu gerçeği göz ardı edersek her şey anlaşılmaz hale gelir.
Yafa kapısı sebili Kudüs
İşgalde İngilizlerin rolü
1917'nin 31 Ekim gününe bakalım; o gün önemli bir hadise meydana geldi. Gazze ve Kudüs'ün düşmesine giden yolu açan Birüsseba muharebesi 3. kolordu tarafından yürütülecekti ve bu kolordu o gün çok vahim bir hata yaparak İngilizlerin savunma hattımızı yarmasına izin verdi. Oradan içimize giren İngilizler kuvvetlerimizi ikiye ayırıp üç gün sonra Gazze’yi, bir ay sonra da Kudüs'ü düşürmeyi başaracaktı. Daha sonra 3. Kolordu komutanı İsmet (İnönü) Bey divan-ı harbe verilmesi için şikâyet edildi. Kendi komutanı Kress von Kressenstein Alman olduğu halde, bu vahim bir hatadır diyerek İsmet Beyi genelkurmaya şikayet etti fakat bu olayın üstü bir şekilde örtüldü.
İki gün sonra gerçekleşen ikinci olay ise şu: İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour, Siyonistlerin temsilcisi Baron Rothschild'e bir mektup yazarak şunu belirtti: ''Biz Yahudilerin bir devlet kurmasını destekliyoruz, arkalarındayız''.
Biri Kudüs'ün düşmesine giden yolu açıyor, öteki İsrail devletinin kurulmasına giden beyannameyi yayınlıyor. Her iki olayın da ik gün arayla yaşanması tesadüf müdür? Düşünmenizi istiyorum.
Bunun paralelinde şöyle bir olay var: 1917'nin 2 Kasımında Filistin toprakları hala Osmanlının elindedir ve Yahudi asıllı ünlü bir yazar Arthur Koestler şunu der: ''Bir millet ikinci bir millete üçüncü milletin topraklarını vadetti.'' Yani İngilizler, Yahudilere kendilerinin olmayan Filistin halkının topraklarını vaad etti, işin garibi, vaad edilen bu toprak bir başka devletin toprağıydı. Eğer biz buradaki haksızlığı anlayamazsak bütün konuştuklarımız boşa gider. O halde İngiltere sonuçta bir devletin toprağını bir başka millete vaad ediyor. Bu tarihte görülmüş en büyük skandallardan bir tanesidir. Burada yapılmak istenen hadisenin, zorla ve suni olarak kurdurulan devletin meşruiyet alanını genişletme çabası olduğu açıktır.
Genel Arap isyanı söylemiyle de bağdaştırırsak, Çanakkale’de Arap askerlerini bırakın, Arap subaylar var. Sarıkamış’ta Filistin’den gelen Arap alayları var. Bunlar Çanakkale'de, Sarıkamış'ta savaşırken nasıl oluyor da vatanına ihanet etmiş oluyor? Bazı Araplar özellikle Şerif Hüseyin'in kandırmayı başardığı Arap aşiretleri bunu yaptı ama Emir Hüseyin El-Mübeyrik gibi Şerif Hüseyin'e karşı savaşırken şehit olan Arap aşireti liderleri de vardı. Bir yanda Osmanlıya isyan eden Arap aşireti, diğer yanda Osmanlının yanında duran bir başka Arap aşireti. Bu bir devletin çöküşü anında yaşadığı trajedilerdendir. Bu sebeple hiçbir zaman Araplara karşı 'ihanet ettiler, toprak sattılar' gibi suçlamalara girmeye hakkımız olamaz.
İhanetlere karşı tedbirler
Sultan Abdülhamid zamanında Filistin’deki mutasarrıflar Yahudiler lehine bir kumpasın içine girdikleri fark edilir edilmez hemen uyarılır, geri çekilir ve işlemleri iptal edilirdi. Nitekim Abdülhamid Han, Yahudilerin o kadar kurnazca yöntemlerle onları ikna edip bir şekilde toprak aldıklarını fark edince Filistin yönetimini doğrudan doğruya Yıldız Sarayına bağlamıştır. Yani orada satılan her karış topraktan benim haberim olacak ve ben onaylamadan toprak satışı gerçekleşmeyecek demiştir. Dolayısıyla orda biri toprak satsa bile devletin haberi oluyor ve bu satışı iptal ediyordu.
Sultanın Filistin üzerinde bu kadar hassasiyetle durmuş olmasının en büyük sebebi, burada dönmekte olan çarkı çok erken bir tarihte fark etmiş olması ve buna engel olmaya çalışmasıydı. Tabii buna tamamen engel olamıyor ama mümkün olduğu kadar onu sınırlandırmaya çalışıyordu.
Sultanın ele aldığı esas mesele buradaki toprak satışı olayını sınırlandırma çabasıdır. Sultan Abdülhamid’den sonra bu tedbirler gevşetilecek fakat İttihatçılar bir süre sonra bu hatayı fark ediyor ve tekrar Abdülhamid politikalarına dönecek ve hatta bölgeden bazı Yahudi aileleri tehcir edeceklerdi. Neticede Siyonist birlikler İngiliz ordusunda gönüllü olarak çalışacaklar ve NİLİ gibi bazı istihbarat teşkilatları kuracaklardı. NİLİ örgütü Osmanlının içindeki birtakım bilgileri Sarah Aaronson gibi kadınlar eliyle ulaşıyordu. Bunları yakalayanlardan biri olan Cevat Rıfat Atilhan, NİLİ örgütünün nasıl çökeltildiğini ve Sarah Aaronson'un nasıl yakalandığını anlatır. Bu kişiler o kadar sıkı yetiştirilmişler ki, yakalandıklarında asla konuşmuyordu. Sonunda Osmanlı bakıyor ki bunlar konuşmayacak, bir hipnoz uzmanı bulup bunları hipnotik telkinle konuşturuyor ve NİLİ örgütünü çökertiyor, onu idamlar takip ediyordu. Osmanlının Yahudi istihbaratlarından birini çözmesi bakımından en önemli başarılarından biri budur.
Teşhisi net koymak gerekir: Filistin topraklarında bir devlet kurulmak istendi ve kurbanlar Filistinli olarak belirlendi. Esas olan Filistin topraklarında İngiliz işgalinden sonra başlayan dönemdir. Bu topraklar işgal ediliyor ve yüzbinlerce Avrupalı Yahudi işgal topraklarına yerleştiriliyor ki bunun yanında Filistinlilerin sattığı toprakların adının bile geçmemesi gerekir.
Abdülhamid Han'ın söyledikleri ortadadır: “Yahudilerin Filistin'e yerleştiğine izin verdiğim an, bu onların idam fermanı olacaktır.” Sultan bu kaygıları defalarca dile getirmiştir. Gerek Theodor Herzl'e verdiği cevaplar, gerekse ona oynadığı oyunlar ortadadır ve Sultan sonuna kadar her yönden mücadelesini sürdürmüştür.
Theodor Herzl’e cevabı
Sultan Abdülhamid'in Theodor Herzl’in kalibresini ölçmek için denediği bazı yollar oluyordu. Örneğin Herzl’in Filistin’i gündeme getirdiği yüz yüze görüşmesinde verdiği cevaplardan biri çok ilginçtir: 'Enteresan şeyler anlatıyorsunuz, bunları bir rapor haline getirip takdim eder misiniz?' diyor Herzl’e. Herzl de ‘Sultan teklifi kabul edecek demek ki’ diye çok seviniyor ve padişaha: 'Bana söylediklerinizi gazetemde yazabilir miyim?' diye soruyor. Sultan da olumlu cevap veriyor. Herzl bunu 'Sultan bizimle anlaşıyor' şeklinde başlıklarla The New York Times gibi gazetelere ilan ediyor. Peki, Sultan bunu niye yapıyor? Tabii ki Herzl'i yoklayarak arkasında ne kadar güç var, görmek istiyor.
Herzl hazırladığı raporlarla Yıldız Sarayı’na geliyor ve Sultan’dan 'Bunlar yetmez, bana biraz daha bilgi hazırla' cevabını alıyor. Tekrar getirdiği raporlar ve teklifi kabul edeceği düşüncesiyle, planlarını en ince ayrıntısına kadar ne yapacaklarını Sultan’a bildirmiş oluyor. En sonunda Herzl, Sultan’dan kendilerine en azından bir berat vermesini ister ancak Sultan ortada somut bir şey olmadığını söyleyerek, tekrar çalışıp gelmesini ister. Bu şekilde defalarca gidip gelir (tabii sonraki iletişim bizzat değil, dolaylı olur).
En sonunda Herzl’i Viyana'dan çağırarak, Mabeyn kâtibi aracılığı ile “Sizinle işimiz kalmadı, verdiğiniz tekliflerden daha cazip tekliflerle geldikleri için bu işi biz bir Fransız Konsorsiyumu ile hallettik” deyip geri gönderirler.
Lider pozisyonunda bir Yahudi için piyon olarak kullanılmak tabii ki Herzl’in zoruna gider. Daha sonra Herzl, Hatıralarına bu olayı şu şekilde kaydedecektir: 'Beni bir piyon olarak kullandılar, bu affedilir bir şey değildir. Bundan sonra bu işi İngilizlerle halledeceğim.’
Nitekim İsrail’e dair meseleyi 1917 yılında kol kola girdikleri Kudüs’te İngilizlerle halledeceklerdi.
Filistin hassasiyetimin kökenleri
Eğitim hayatıma 1967 Eylülünde Bursa’da Hocailyas İlkokulu’nda başladım. Öğretmenimiz Dırahşan Hanım –ki ertesi yıl ilk yarıyıl tatiline girmeden menenjitten hayatını kaybetmişti- sabah derse başlamadan önce haberleri sorardı sırf ilgimizi ölçmek için. Sınıf arkadaşlarımızdan kimi falan köyde bir kişinin öldürüldüğünü, öbürü bir araba kazası haberi verirdi. Bense babam sabah 7, öğlen 13, akşam 19 ve gece 23 haberlerini hiç kaçırmadan dinlediği için ister istemez kulak misafiri olduğum radyodan İsrail’in Filistin topraklarına saldırdığı haberlerini duyar, ‘Dün bir İsrail uçağı Filistin’i bombalamış, iki kişi ölmüş’ türünden o yaşta bir çocuk için tuhaf sayılabilecek haberler verirdim. Nitekim Dırahşan hocahanım bir veli toplantısında rahmetli anneme “Bu çocuk bunları nereden öğreniyor?” diye sormuş merakla ve haberlerimin dikkatini çektiğini söylemiş.
Yıllar sonra dönüp kronolojiye bakınca fark ettim ki, 1967 Arap-İsrail savaşının hemen arkasına denk düşüyormuş okula başladığım günler. O tarihte Türkiye’de İsrail lobisi şimdiki kadar kuvvetli olmayıp anti-emperyalist Türk solu tam siper Filistin davasının arkasında dururmuş. Diyebilirim ki, basının kahir ekseriyeti de öyleydi.
İslamcılar da Kudüs’e sahip çıkmıştı, 12 Eylülcüler de
1970’li yıllar boyunca İsrail mezalimi arttıkça Filistin harareti de giderek yükselecikti. 1980 yılında İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhakı ve Kudüs’ün “ebedî başkent” olduğuna dair gayri meşru kararına karşı Türkiye’den iki sert tepki yükselmişti. Birincisi, 12 Eylül darbesinden hemen önce, 6 Eylül 1980 günü Konya’da düzenlenen büyük Kudüs miting, diğeri ise üç ay sonra, Aralık’ında bu defa 12 Eylül darbe hükümetinin Tel Aviv’deki Türkiye Cumhuriyeti temsilciliğini maslahatgüzarlık seviyesine indirmesiydi. Biri İslamcı, diğeri Atatürkçü iki hareket Filistin davasında mutabık kalabilmiş ve bu hassasiyet diğer gruplarca da onaylanmış, itiraza medar olmamıştı.