TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ

Birbirine çok yakın gibi görünen şu iki soruyu peş peşe sorarak başlayacağım sözlerime:

-        Sen NEDEN kör edildin?

-        Neden SEN kör edildin?

Aynıymış gibi görünen bu iki soru arasındaki hayatî farkı sohbetimizin sonunda umarım açıklayabilirim. Lakin önce şu “körlük” meselesi üzerinde biraz durmamız gerekir. Zira görmeyenlerin yalnız körler olmadığı pek bilinmez.

Sanat tarihçisi Ernest Gombrich’in “Çıplak göz kördür” diye bir sözü vardır. Herhangi bir teknik, bilim ya da sanat dalında kişilerin bakış açıları donanımlarına, zekâ seviyelerine veya yetişme tarzlarına göre farklılık arz eder. Örneğin mimari bir esere bakarken Mimar Sinan’ın veya Gaudi’nin delici nazarlarla temaşa ettikleri ile bizim görebildiklerimiz arasında dağlar kadar fark vardır. Biz eğitilmemiş faniler, eserinde sanatçılar ile aynı şeyleri görmeyiz aslında. Biz kamera gibi donuk bakarız, onların gözlerinden şua fışkırır.

Peki gözümüzü nasıl eğitecek, nasıl açacak, gerçek manada nasıl görür hale getireceğiz?

Ne yazık ki, körlük sadece sanat sahasında kalmayıp kültür ve tarihi de kapsamına alan yaygın bir arıza olarak karşımıza çıkmakta. Bu körlüğün resmi ideoloji tarafından çeşitli derecelerde empoze edildiğini, ısrarla yaşatıldığını, hatta yaşanmasının istenildiğini, hatta ve hatta körlüğün düpedüz teşvik edildiğini esefle gözlemleyenlerden biriyim.

Belgeler yayınlıyorum, inanmayan yine de dönüp bakmıyor. Görmüyor değil, görmek istemiyor. Çünkü görse zihin konforu bozulacak, her şeyi yeni baştan tesis etmesi gerekecek, bitti diye kendini rahatlattığı oyun düdüğü yeniden çalacak. Görmek istemeyenden daha kör kim vardır?

Bu kavgada kendi payıma ne düşüyor? diye düşünüyorum. Cevabım şu: “Acaba bir ferdin daha körlüğüne son verebilir miyim?”, “Bir gözü daha ameliyatla açabilir miyim?” endişesi bu satırları yazmamdaki ana sâiktir vesselam.

Körleşmelere bazı örnekleri verelim o zaman.

Öncelikle Batı ve Osmanlı tarihlerinden örnekler sunacağım. Fakat daha evvel tarihe dair körlüklerimizin ne yazık ki, mevcut maarif sistemi eliyle sürdürülegeldiğini hatırlatmak için eğitim seviyesi ortaokul, lise veya üniversite olan insanlarımızın bu hastalıktan muaf olamadıklarını üzülerek belirtmeyi gerekli görüyorum. Lakin burada şöyle acı verici bir durum da var: Resmi eğitimin zehirleme (intoxication) sürecinde kimimizin bir gözü, kimimizin ise her iki gözü de kör edilmiş durumdadır. Bizi adam etmesi ve cahillikten kurtarması ümidiyle okuduğumuz ders kitapları ise bizi gerçek bilgiye götürmediği gibi tam tersine hatta körleştiriyor.

Örneklerimizden birisi coğrafya dersinden:

Keşifler Çağı mı?

Coğrafya veya sosyal bilgiler derslerinde işlenen “keşifler çağı (coğrafi keşifler)” ünitesi özetle:

1) Kristof Kolomb’un Avrupa kıtasından yola çıkarak deniz yoluyla Amerika kıtasını, okyanusu ve bazı deniz aşırı toprakları keşfetmesini anlatmakta,

2) Vasco Da Gama’nın Ümit Burnu’nu dolaşmasını -ki o zamana kadar Avrupalılar Afrika kıtasının alt ucunun Güney Kutbuna kadar uzandığını ve güney yarım kürede doğu-batı yönlü bir geçidin olmadığını düşünüyorlardı- büyük bir gururla dillendirmekteler. (Neden Ümit Burnu (Cape Good of Hope) denilmiştir buraya? Çünkü Da Gama’nın gemisi tam ümitlerinin kesileceği bir anda kıt’anın burnunu dönmüş ve önüne açılan okyanusu görmüş, böylece ümitleri gerçek olmuştur).

3) Ders Macellan’ın dünyayı dolaşması işlenerek tamamlanır. (Avustralya kıtasının keşfi ise bilahare 1606 yılında Hollandalı denizci Willem Janszoon tarafından gerçekleştirilecekti.)

Her üç “kahraman”ın da Avrupa kökenli birer beyaz derili olduğuna dikkat çektikten sonra aşağıdaki soruları yöneltelim:

- Bu üç kâşifin (!) keşfettiklerini söyledikleri yerlerde, örneğin Amerika’da o tarihte kaç milyon insan yaşıyordu? 

- Hint Okyanusu kıyılarında ve Afrika kıtasında kaç milyon insan yaşıyor ve hangi çapta ticari faaliyetler yürütüyordu?

- Kâşifler ulaştıklarında oralarda hayatın doğal seyrinde devam ettiğini biliyorsak “bu nasıl keşif?”, daha doğrusu “bu kimin adına bir keşif?” sorularını sormaktan kendimizi alamıyoruz.

Kısaca söylersek, bunlar o coğrafyanın cahili olan Batılılar/Avrupalılar için bir keşifti, Müslümanlar veya Amerikan yerlileri vs. için değil. Çünkü Müslümanların, Hinduların, Malayların vs. Hint Okyanusu etrafında asırlar evvel yaşadıkları ve bu bölgelerde ticaret yaptıkları, ipek ve baharat yolundan dolayı cümle âlemce bilinmekteydi. Zaten sözde Avrupalı kâşiflerin bu yolculuklardan küplerini doldurarak dönmeleri de bunun bir göstergesi değil midir? Öyleyse sözde “keşifler çağı”nda bütün insanlık adına bir şeyler keşfedilmediği açık ama buna rağmen kitaplarımızda bize ve sonraki nesillere bunların hala evrensel birer keşifmiş gibi yansıtıldığını üzüntüyle fark etmekteyiz.

Bir örnek daha vererek meseleyi gözünüzün önünde iyice belirgin hale getirelim.

Komor mu Kamer mi?

Afrika’nın doğusunda bulunan Madagaskar adasının kuzeyinde hilal gibi serpilmiş Komor Adalarının nüfusunun tamamı Müslümandır. 1977-78 yıllarında İstanbul’da düzenlenen İslam Ülkeleri Dış İşleri Bakanları Konferansı’na bu işlerde henüz acemi olan Dışişleri Bakanlığımız –muhtemelen koalisyon ortağı Necmettin Erbakan hocamızın tesiriyle- Komor Adalarından da bir temsilci davet ediyor. Temsilci konferansta “Komor Adaları neresi biliyor musunuz? Ben bu adaların temsilciyim ve davetiniz üzere buradayım” deyince kimseden çıt çıkmıyor, çünkü nerede olduğunu bilen yok. Temsilci sözlerine şöyle devam ediyor: “Bize neden Komor Adaları diyorsunuz? Bizim adalarımızın doğru ismi ‘Kamer Adaları’… Fransızlar Komor dediği için siz de Komor diyorsunuz. Halbuki İslam haritalarında biz Kamer Adaları diye biliniriz.” Elhasıl, adaların hilal şeklinde bir görüntü oluşturmasından ötürü Müslümanlar oraya Kamer Adaları demiş. Fransızlar burayı işgal edince adaları kitaplar ve haritalara Komor Adaları (Komorlar) olarak geçirmişler ve adaların ismi tahrif edilmiş. İşin garibi, biz hala coğrafya derslerimizde bu adaların ismini “Komorlar” diye öğretiyoruz çocuklarımıza.

Kamer (Komor) Adaları.

Neden “Kamer” değil de “Komor”? Biz mi Fransızlaştık yoksa Fransızlar mı ‘bizleşti’? Çöz çözebilirsen artık.

Gördüğümüz gibi eğitim sistemimiz bizi kendimize körleştirmekte, bir başka eksene suni olarak oturtmakta ve hakikat ile bağlarımızı adeta baltayla koparmaktadır.

Komor Adaları temsilcisinin İslam Ülkeleri Dış İşleri Bakanları Konferansı’ndaki bu ilginç konuşmasında bir diğer çarpıcı nokta daha ortaya çıkıyor. Şöyle konuşuyor temsilci:

“Sultan II. Abdülhamid sizin şu an nerede olduğundan habersiz olduğunuz bu adalara 70 küsur yıl önce yardım göndermiş ve halkımızın Müslüman kimliğini korumasına yardım etmiştir. Bu yüzden onun bizde hatırı büyüktür, kendisini çok severiz.”

Düşünün, yukarıdaki sözlerin söylendiği tarihte Türkiye’deki ders kitapları Sultanı Kızıl Sultan’dan başlayıp zalim padişahla devam eden bir dizi küfürle kazıyordu körpe çocukların dimağlarına.

Konferansa katılan Hariciye heyetimiz o anlık aydınlanmış olsa da bu hakikatler hala ders kitaplarımızda yer almadığı için çocukların gözlerine asit dökerek körleştirmeye devam ediyoruz.

Normal olarak düşünüldüğünde ticarî ve sosyal hayatın canlı olarak devam etmekte olduğu Hint Okyanusu ve Afrika ile Asya kıtaları etrafında sözde keşfedilen yerler ancak o bölgeleri tanımayan ve bilmeyen cahil Avrupa için birer keşif sayılabilirdi. Bizler de cahil Avrupa’nın dünyayı soymadan önceki keşif turlarını çocuklarımıza “keşifler çağı” adı altında insanlığa ve medeniyete eşi menendi bulunmaz birer hizmet diye anlatıyoruz. O çağda cahilliği açıkça ortaya çıkan Avrupa ülkelerinin Müslüman kâşiflerin eserlerinden bihaber olduğu için cehalet içre bulunduğunu ve dünyanın bu kısımlarını işgal ve yağma etmeden önce bizzat keşfetmek zorunda olduklarını söyleyemiyor, hatta bunları bilmiyoruz bile.

Asıl soykırımcı kim?

Yalnız şu noktaya dikkat:

2020 yılında Güney Amerika ülkelerinde halklar ayaklandı ve bazı ülkelerde Kristof Kolomb’un ve Edward Colston gibi kimi köle tüccarı beyaz adamların heykelleri büyük gösteriler eşliğinde yıkıldı, yakıldı, nehirlere atıldı. Bunun nedeni ise Amerika kıtasının Avrupalıların keşfiyle beraber işgale, sömürüye, yağmaya açılması, ardından kıtanın yerlilerinin köleleştirilerek birer eşya gibi satılması gerçeğine artık zihinlerde kilit vurulamamasıydı.

Amerikalı tarih araştırmacısı David E. Stannard’ın Türkçeye Amerika’nın Soykırım Tarihi diye çevrilen The American Holocaust adlı kitabında verdiği bilgilere bakılırsa Kristof Kolomb üç gemiyle keşfetmeden önce Amerika kıtasında 30 milyon yerli yaşıyordu. Keşiflerden sonraki yüz yıl içerisinde burada yaşayan yerli sayısı bir milyona inmişti. Bugün Amerika’da yerlileri bulmak samanlıkta iğne aramak gibidir. Soyları tüketilmiştir. Kimi silahla, kimi de hastalandırılarak ortadan kaldırılmıştır. Avrupalılar bu sözde keşifleriyle 29 milyon insanı, yani Amerika’nın asli sahiplerinin yüzde 97’sini yok etmiştir.

Kristof  Kolomb Amerika’ya Kudüs’ü işgal etmek için gitmişti

Kolomb’un Amerika kıtasına ulaştığında ilk araştırdığı şeylerden biri altın madenleriydi. Zira yeni kıta bulma çabasının arkasında Kralın Kudüs’ün Müslümanlardan kurtarılmasını finanse edecek bir malî imkâna kavuşması sâiki yatıyordu. Nitekim Amerika’daki altın madenlerinde kazılar yaptı, oradan çıkardığı altınları gemilerine taşıttı. Ayrıca üzerlerindeki değerli ziynet eşyalarını soyduğu insanları köleleştirdi; onları alıp İspanya’ya götürdü, böylece kıtalar arası köle ticaretini de başlatmış oldu. Daha sonra Avrupalı emperyalistlerin Afrika’yı işgaliyle buradaki zenciler yakalanıp iş gücü olarak gemilerle Amerika kıtasına taşındı. İşte fizyolojik yapıları son derece güçlü olan bu zenci köleler Batılı işgalciler tarafından türlü eziyetlere maruz bırakılarak Amerika’nın topraklarını ekip biçmek suretiyle onlara ciddi kazançlar sağlamıştı. “Amerikan mucizesi” dedikleri bu şey, gerçekte zencilerin sırtlarındaki kırbaçlarla inşa edildi. Vahşet o boyutlara varmıştı ki, tarlalarda kırbaçla çalıştırılan kölelerin başlarına, arada ürünlerden çaktırmadan ağızlarına atmamaları için demir bir kafes geçirilirdi.

İnsanı makinaya indirgeyen bu merhametten nasipsiz zihniyetin temsilcilerini bizim önümüze rehber diye geçirenler utanır mı bunlardan? Hiç sanmıyorum. Oysa kitaplarımızda dile getirilmeyen çıplak gerçek budur.

Peki biz Avrupa medeniyetini bugüne kadar kitaplardan nasıl okuduk? İşte Rönesans, Reform.... Bunları Aydınlanma, Sanayi ve Bilim devrimleri dönemleri takip eder. Sonunda tarihçi J. M. Roberts’ınki türünden birtakım kitaplara isim olarak geçmiş bulunan The Triumph of the West, yani sözde “Batı’nın Zaferi” gelmiştir. Bunlar adeta hikâyemsi bir şekilde gözümüzün önünden masumane bir film şeridi gibi geçirilir. O kadar. Fakat bu sözde “zaferlerin” hangi temeller üzerinde kurulduğu, dünyaya bu yayılmayı veya onu istilayı nasıl başardıklarına ise dokunulmaz. Bu “zafer”in hangi bedeller karşılığında kazanıldığı meçhulümüz olarak kalır.  

Halbuki Rönesans da, Reform da, Aydınlanma da, Sanayi Devrimi de öyle bize anlattıkları gibi pürüzsüz, destanî ve parlak dönemler değildir. Bu dönemlerin içerisinde öyle kanlı ve kinli olaylar yaşanmıştır ki, maalesef bizim kitapları yazanlar bunları anlatmayıp kusur ve ayıplarını adeta örtbas ederek ‘bal dök yala’ bir Avrupa vitrini çiziyor.

Oysa o Avrupa şimdi dünyanın gözü önünde bir halkın soykırıma uğratılmasına alkış tutmakla da kalmıyor, silah göndererek işini bir an önce bitirmesi için destek veriyor.

O zaman tekrar soralım:

Sen neden kör edildin?