Bunun için yazının etrafına harf ve alfabe sınırları çizmiyor. Çünkü ona göre resim de bir yazı, hiyorogrifler de… Muhatabımızın durduğu yerde piktogramik yazı, yani resim yazısı şekiller ile çevreye, âfâka duygu ve fikirlerle bir mesaj iletiyor, bugün iletişim uygulamalarında sıkça kullandığımız emojiler gibi. Bu anlayışla yazı Balatlı karasevdalı Leylâ âşığının zihninde hücre hücre tekâmül ederek sadece –az önce işaret ettiğimiz- asliyet ve terkip şuurunun sırrını fâşedenler tarafından anlaşılabilir bir keyfiyete bürünüyor. İşte ben buna gönül dili diyorum. Çünkü o gönül diliyle yazıyor, aynı dille konuşuyor ve dahi yaşıyor.
‘Gönüldendir şikâyet kimseden feryadımız yoktur!’
Sanat ve estetik vadisinde yapıp ettikleriyle gönül derdine şifa sadedinden meşgul olsa da aradığı şifaya ulaşması ne mümkün! ‘Gönül’ öyle bir dert ki sızısı geçmiyor, öylece olduğu yerde duruyor. Aynen Leylâ sevdası gibi. Ama Leylâ, âhu gözlü bir ceylan değil, mütemadiyen tefekkür ufuklarında seğirten bir fikir sızısı… Bu keyfiyet, bu sızı, bu “a”ları Zuhal yıldızına kadar ulaşan “aaaah!”ları ‘insan’lıkla, insan olmak ve insan kalmakla ilgili. Bunun için Hz. Mevlânâ “gönüldendir şikâyet kimseden feryadımız yoktur” dememiş miydi? Evet, onun şikâyeti gönlünden ve bir de Leylâ’dan!
Sözünü ettiğimiz kaligraf orta karar mütevazı, mütemadiyen önüne bakan, kendi işiyle, gücüyle, sanatıyla, mesleğiyle meşgul, nefsinden başkasıyla sorunu olmayan bir fenâ yolcusu. . İçine bakan, ‘tek tel’in hikâyesinin kahramanı gibi enfüsî âlemlerde gelişen mesleğinin adamlarının kimseyle derdi olmaz zaten!
Büyük bir cümle kurarak “mesleğin adamı” mı dedik! Evet, doğru okudunuz. İnsan mesleğinin adamı olmalıdır. Meslek kutludur. Ve dahi hamle çapında kurtuluş ve buradan hareketle Anadolu’nun bekâsı bu topraklardaki herkesin mesleğini, işini, sanatını, zanaatını dosdoğru icra etmesiyle mümkün olacaktır. ‘Tek tel’den mızrapsız ses alan Hacı Baba’nın halifesi buna şenlenme diyor. Şenlenen ve dahi şenlendiren Leylâ sevdâlısı Kaligraf Emrah’tan söz ediyorum. O kaligrafi mesleğinin kudsiyetinin farkında. Bunun için mesleğini yükselmeye yarayan bir platform telakkî etmiyor, bilakis mesleğini, omuzların üzerinde itina ile taşınması gereken ulvî bir değer kabul ediyor. Zaten omuzlarda olup bitenleri yazmayı bekleyenler yok mu!
Sanat bizâtihi keşif yolculuğudur.
Sanat mesleğine râm olanlar akleden, fikreder, inceler, bakar, görür, tasarlar, keşfeder ve üretir. Haddizâtında sanat bizâtihî keşif yolculuğu; sanatçı da bir kâşif değil midir?
Emrah Usta’ya ix bu sözünü ettiğimiz keşif yolculuğunun bidâyetini sual edecek olursanız merhum babası misali kafa gözünü yumduktan sonra dilini damağına dayar ve Allahualem şu cümleleri kurar: “Anadolu insanının feraseti deriz bilirsiniz işte bu ferasete sahip bir babanın oğlu olarak geçen çocukluk yıllarımda yazları mahalle camiine gitmek gibi tatlı bir zorunluluğunuz oluyordu. İşte bu tatlı zorunluluk hepimizin çocukluğuna tesadüf eden o yeşil kaplı namaz hocası kitabı ile tanıştırdı beni. 7-8’li yaşlarımda Arap harflerinin organik yapısı o doğaya eşlenik mükemmeliyet kendine hayran bıraktı. Çocukça bir masumiyet ile taklit etmeye çalıştım ama ne fayda! Daha hangi yöne yazıldığını bile bilmiyordum. Evde ne kadar dolma kalem varsa tırnak makası ile uçlarını kestim ve kesik uçlu bir kalem yapmaya çalıştım, inanın bunu nereden ilham alarak yaptım ya da kimde gördüm yaptım hatırlamıyorum bile. Nice tırnak makası ve dolmakalem zayiatından sonra “bildiğim yazıyı yazayım” dedim ve Latin harflerini yazmaya çalıştım. O yaşıma rağmen okuldaki bütün karne ve diplomalar bana yazdırılırdı-ki biliyorsunuz eskiden karneler el ile yazılırdı-. Kendimi bildim bileli resim ve yazı ile hep ilgilendim. Ta ki üniversite yıllarına gelinceye kadar. İşte o zaman bunların profesyonel bir iş olduğunu anladım ve grafik sanatlar eğitimi aldım.”
Karanlık İşler!
O, Leylâ’yı ve aydınlığı hatırlatması için atölyesinin ismini “Karanlık İşler” koymuş. Burası onun kimseden talimat olmadığı, enginlere kanat çırptığı hürriyet mekânı. Burası onun için, azarlanmaktan kaçan çocuğun divanın altına saklanması misali, ana kucağı gibi bir sığınma sahnesi. Arapça harflerden Elif’te ve Lâm’da zikir sesi işiten sanatkâr, kendisini arayıp da bir türlü bulamadığım zamanlarda ve dahi küratörlüğünü üstlendiğim son üç sergiye “eyvallah” dedikten sonra bilâmazeret katılmadığında üzerinde koyu akik yeşili kadife bir örtü bulunan divan altını meydan zannediyor! Her neyse! Karanlık İşler, sanatkârın huzur bulduğu, eserleriyle konuştuğu bir yer. Eserleriyle ve kendi kendiyle…
İç ses!
Yazının bu yerinde kendi kendiyle konuşan ve böylelikle lisanı hakikat nameleri üreten Sırlı Süleyman Efendi inceden inceye sarılmış bir Adıyaman tütünü içtikten sonra, bu satırların yazarının ve ard arda iki gün boyunca yeşil sahalarda yüz seksen dakika top koşturan Stoper’in duyabileceği bir ses tonuyla “İç ses” dedi, İç ses…
(…)
Babasından ırak bir mazlum Yusuf
Ama yetim değil.
Mısır’a vezir
Ama babasından ırak Yusuf.
Bir kuyuda,
Saltanat koltuğunda,
Hüznün kuyusunda.
Babasından ırak Yusuf (annesinden de!)
Ama yetim değil ki Yusuf.
Eksik, yarım… (Hediye’yle tamamlanacak! Duymuyor musun sesimi Ebû Hediye!)
Bir hüznün kuyusunda
Ama yetim değil ki Yusuf,
Noksan…
Kuyuların koynunda babasından (ve anasından) ırak
Ama yetim değil ki Yusuf,
Gönlünün sürgününde. Yakup’un (ve kız kardeşi Hediye’nin) hasretinde,
Kuyunun en dibinde.
(…)
Sırlı Süleyman Efendi ‘iç ses’ten sonra “Bartınlı işçi ailesinin evladı Leylâ âşığı Emrah’ın çocukluğuna götür okuyucularını” dedi. Eyvallah Sırlı! Babası, göremeyen, sürek önce içindeki yangınları söndüren bir itfaiye işçisi. Evin en büyük evladı olmak çocukları hızla büyütür. Emrah da hızla büyümüş. Babasının eli, ayağı, yol arkadaşı olmuş. Şimdiki zamanda fırçasının ucundan tuvallere dökülen hurufatı en çok da hurûf-u mukattaayı babası için yorumluyor:
Yaşamla ölüm arasında bir git gelde
En çok da yaşayanların dinlediği ninni
Yâ ve sîn…
Hurûf-u Mukattaa,
Yâ ve sîn…
Yaşam ve ölüm,
Yâsîn…
Sonra “Bir adam girdi şehre.” diyor kitabında,
Bir adam,
Bir kutlu elçi…
“Sizden hiçbir ücret talep etmeyen bu elçilere uyunuz!” (Yâsîn-20) diyor,
Yâ ve sîn…
(Ve dahi mîm, yâ ve sîn)
Kaligrafi, ‘Mîm yâ ve sîn’i” ne hikmetse “MYS” şeklinde yazmayı tercih eden sanatkârın ilk çocukluk yallarından itibaren sürekli gündeminde olmuş. Yeri gelmiş duvara, kimi zaman da coğrafya defterine yazmış. Yazdıkça eli kıvama gelmiş. O dönem için “nasıl yazdığımdan ziyade ne yazdığım, yazdığımın manası önemliydi” diyor.
Yıllar önce Hattat Nusret Çolo’ya sipariş ettiği “ayın, he, yâ, lâm, yâ ve lâ” terkibini bir türlü alamayan sanatçı üniversitede yazıyla, kaligrafiyle ilgisiz bölümlerde okumuş, tıpkı mezuniyetinden sonra üstlendiği mizacına münasip olmayan devlet görevi gibi… Her neyse! Yüksek lisans yıllarına geldiğinde bir karar aşamasındadır ve kaligrafiyi profesyonel anlamda yapmayı kararlaştırır. Böylelikle kendini grafik tasarım alanında master talebesi olarak bulur. Ana dersler arasında kaligrafi yoktur, aradığına yaklaşır lakin tam anlamıyla bulamaz. Arayışları onu Londra merkezli mâhir kaligraflardan eğitim alacağı yazı mektebine götürür. Londra onun için a’râftır, bekleme yeridir. Manu’da, Tiran’da, Bonanska Dubica’da, Şiraz’da, Medine’de aradığı Leylâ’yı bittabi ne Londra’da ne de a’râfta bulabilir! Çünkü Leylâ bizâtihî rızâdır, cennettir.
A’râf
(Oysa)
Cenneti umut edenler,
Hayal etmez a’râfı.
A’râf, cehennem ehlinin umududur sadece.
Oysa a’râf,
Beklemenin, umut etmenin kendisidir.
Hiçbirinden kendine geleni istemez.
Kendi umudunu
Göğsünde taşıyanların yeridir a’râf.
A’râf, ödül mü?
Cehennem ehline mi?
A’râf, azap mı cennet ehline?
A’râf bir tartı, arada kalanların yüksek tepesi
Ve umut etmenin, boşluklu başkenti.
Kaligraf yalnız, yapayalnız kaldığı ve dahi küme baş ağrılarıyla başa çıkamadığı zamanlarda kadife örtüyü aralayıp umudun boşluklu başkenti ulu divana sığınıyor.
O yazı ve renkleriyle direkt bir ders vermiyor, gösteriyor, hatırlatıyor sadece. Eskiden yazdıklarını şimdiki zamanda resimler, öğeler kullanarak güçlendiriyor. Mesela Gazze’de, Beyrut’ta, Şam’da, Bağdat’ta veyahut Sana’daki insan kıyımlarına sırtlarını dönüp Avrupa İnsan Hakları Bildirisi’nin hâlâ medenî bir metin olduğunu iddia edenlerin ve dahi BM ile sair barışçıl örgütlerin gözüne Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethinden sonra Galatalılar ile imzaladığı –hüzne inat umut rengine boyadığı- Galata Ahitnamesi’ni fırlatıyor sadece!
İnsan yalnız, kalabalıklar içinde yalnız, evde, ofiste, çarşı pazarda yalnız. Yalnız insan unutuyor, sanatkâr, yazılarıyla yolda kaybolmuş insana unuttuklarını hazırlatıyor. Onun sanat çabası yolda olan, binlerce kilometre hızla deveran eden dünyada menziline doğru hızla yol alan insana –an önce işaret ettiğimiz gibi- mücerret bir hatırlatma.
İnsan unutuyor, bunun için Cenab-ı Hakk, “Unuttuğun takdirde Rabbini an” buyuruyor. O, bu süreçte elinde kalemleri, masasının üzerinde boyalarıyla mukadder tuvallerde arayışına devam ediyor. Mezkûr arayışta bir rehberi var, zaman zaman oradan kopya çekiyor. Biz bu rehbere ilham yahut mevhîbe-i ilâhî diyoruz. Öyle değil mi Ebû Hediye!
Çalışmalarının ana umdesi olan kavramsalları, “Kün Fe Yekün’e, ol emrine ve O’na dayandırıyor. Onun kelâmından ilham alıyor. Bu esnada da çevresindekilerin, ötede beridekilerin nelerle meşgul olduğunu anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor. Derken, atölyesinin yorgun perdelerini oraya buraya savuran poyraz, kitaplığın üst rafındaki Furkân-ı Hakîm’in yapraklarını çeviriyor. Takip ettiği mukabele yerini tekrar işaretlemek için kitaplığa koştuğunda sayfanın başında onu, huruf-u mukataa’dan “hâ mîm ayn sîn kāf” karşılıyor…
Furkân
Karanlığı aydınlıktan,
Düşü gerçekten,
Hakk’ı batıldan ayıran!
Beni düşünmeyen ruhtan ayır,
Beni gamdan ayır.
Ey, ayıran!
Beni senden ayırma,
Beni yoldan ayırma,
Beni yolda emin kıl!
Sanatçı, kendimize dahi yabancılaştığımız bir çağda cemiyetin orta yerine “Herkes Nerede?” şeklinde bir sual bıraktıktan sonra cevabını da kendi vermeyi tercih ediyor: “Aslında bu bir soru cümlesi değil. Günlük hayatın telaşı o kadar içimize işliyor ki durup kendimizle bile konuşmayı unutuyoruz. Çok kalabalığız, bir o kadar da tenha... Metroda, otobüste, sokakta yürürken birbirinin gözünün içine bakmaya korkan bu insanlar nerede! Bu yabancılaşma halini nerede gördüler, nerede sindi üstümüze bu bize ait olmayan koku, bizi birbirimize selâm dahi vermekten imtina ettiren hali kimlerden öğrendik? Herkes neden bu kadar yorgun, neden bu kadar küstük birbirimize… biz olmanın faziletine sahip olmak için neden başımıza bir felaket gelmesini bekliyoruz.”
Emrah doğru söylüyor. “Herkes” dediğimiz yığın ve altı boş kavramın bize dönüşmesi için neden hep bir musibete ihtiyacımız var. “Gelin canlar bir olalım” diyen Bizim Yunus ile “herkes nerede?” diyen Emrah aynı notalar üzerinde vuslat ilahileri söylüyor.
“Bugün cânân bizi davet eyledi
Buyurun nasibi olanlar gelsin
Gönül mihrâbına etmiş es-selâh
İktidâ eyleyip kılanlar gelsin
Zümre-i uşşâka vâsıl olanlar
‘Men aref’ sırrından dersin alanlar
‘Küntü kenz’in esrârına erenler
Dürr ile mercânı derenler gelsin
Zikri zikret Hakk’ı her seherlerde
Seherde açılır nice bin perde
Yanar deryâ gibi şifa her derde
O rahmet bahrine dalanlar gelsin”
Eyvallah! Sahiden “Herkes Nerede!”
Âşık Emrah, Zâkir Selman’ın zikrullahtan yufka gibi incelmiş gönül sesiyle okuduğu irfâî ilâhîyi huşû içerisinde birkaç kez dinledikten sonra herkesin nerede olduğu âyân beyan ortaya çıktı! Herkes kardeşleri tarafından ihanete uğrayıp atıldığı kuyunun dibinde… Herkes köle pazarında, sığındığı evin insanlarının iftiralarında… Herkes Tuva’da Rabbine doğru yürüyüşte. Herkes Tur dağında Allah ile, İsrâ’da sevdiğiyle, mağarada arkadaşları ve Kıtmir ile, Mescid-i Aksâ’da Hz. Meryem’in hücresinde.
Heyhât! Herkes bu kıyamet savaşında nerede olduğu seçsin! Siyonist’in yanında mısın yoksa!
O, bu herc ü mercin içerisinde harflere, anlamlara, çizgilere ve renklere sımsıkı tutunup “Başka bir yolu da mümkündür” diyerek sanat icra etmeye çalışıyor. Başka ifade yöntemleriyle biçim ve formlarını arıyor.
Mesajları dikkatle okunması gereken Leylâ sevdalısı sanatçı seher vaktinde zincirlerini, yahut kuşatmasını kırdıktan sonra divandan hızlıca doğrularak Ser Mîmârân-ı Hâssa’nın kesme taştan ihlâsla inşa ettiği Ferruh Kethüdâ Camii’nin son cemaat yerinde konuşlanıyor. Namaz sonrasında kıraat edilen aşr-ı şerifi dinlerken kendini kuru et yiyen bir kadının evladının dizinin dibinde, gariplerin sofrasında buluyor. Derken yakaza halinde perdeler bir bir aralanıyor: Büsbütün Kehf’i, Gece Yürüyüşü’nü, Yusuf’un Kuyusu’nu, Tuva’yı, Meryem’i ve Mâide’yi temâşâ ediyor… Bu satırların okuyucuları da hiç şüphesiz nerede duracaklarını çok ama çok iyi biliyor!
Kuşatma
Müstakil bir şehir,
Dünyanın iki yakasında, gönlümün biricik köşesinde ama
Fatih’in rüyası dediler.
Bir şehir ki atadan kalma, gönlüme buselik.
Ruhumun yarısı, Hayalimin tamamı…
Bir şehir ki Mecnun’u bol, Leyla’sı tek.
Bir şehir ki alıcısı çok, Leyla’sı tek.
Siege
An independent city,
On two sides of the world, in the most special corner of my heart
But they said it was Fatih the Conqueror’s dream.
A city that is an ancestral heritage, a kiss to my heart.
Half of my soul,
The whole of my dream…
A city with many Mecnuns and only one Leyla.
A city with many buyers and only one Leyla.
İbrahim Ethem Gören/27.10.2024-Yazı No: 627