Tarihin başlangıcından beri para karşılığında ya da takas yoluyla alış verişler yapıldı ve bu durum zamanla sistematik hale geldi. İnsanlar ihtiyaçları ile talepleri arasındaki dengeyi bozduklarında ise ihtiyaç dışı harcamalar, biriktirme ve israf gibi kronik hastalıklar ortaya çıktı ve bu hastalıklar bir virüs gibi zamana ve çağlara yayıldı. Bugün kapitalist sistemin taşıyıcılığını yaptığı bu hastalık geçmişte de vardı bu gün de var...
Düşünün…! Uçsuz bucaksız bir sahradasınız ve yaşadığınız duygusal boşluğu doldurabilmek için gözünüze ilişen her şeyi sepete atıyor ve kısa süreli bir hoşnutluk yaşıyorsunuz. Aldığınız her parçayı bir boşluğa, bir yaraya ve bir yoksunluğa yama yapıyor ve bütün dikkatinizi yaşadığınız anlık haza yönlendiriyorsunuz. Fakat çok geçmeden iliştirdiğiniz yamalar düşüyor ve elinizdeki eşyaları evin bir köşesine bırakıp yeni arayışlara sürükleniyorsunuz. Oysa sağlıklı bir zeminde gerçekleşen çabanın içinde umut ve heyecan vardır ve arzu ettiğiniz şeye ulaştığınızda ruhen güçlenir ve sükûnet yaşarsınız. Gereksiz alışverişler, aşırı tüketim ise bir şeye sahip olmayı kolaylaştırsa da o şeyden alınan hazzı bitirir, yok eder.
Bugün psikiyatrik literatürdeki yerini alan alış veriş hastalığı bir yarayı başka bir yara ile tamir etmeye çalışmaktır ki, bu yaranın bu yöntemle iyileşmesi mümkün değildir. Nitekim nöropsikologlar duygusal açlığı doyurmak için yapılan alış verişlerin beynin kimyasını geçici olarak uyardığını ve seretonin salgılanımını arttırarak haz verdiğini ancak bu durumun geçici olduğunu açıklıyorlar. Peki, beynin kimyasını uyaracak ve seratonin salgısını arttıracak makul ve sürdürülebilir bir seçeneğimiz yok mudur? Bugün bilimsel çevrelerin de işaret ettiği gibi dua, ibadet, hayır hasenat çalışmaları, aile ve dostluk ilişkilerinin geliştirilmesi, alim ve ariflerle birlikte vakit geçirmek, tefekkür etmek, güneş ışığına çıkmak, egzersiz yapmak seretonin salgısını artırıyor ve sürdürülebilir sükûnet sağlıyor. Bu kapsamda yapılan çalışmalar dostluklar geliştirmenin, iyilikle meşgul olmanın ve sade bir hayat sürmenin mutluluğun garantisi olduğunu gösteriyor ancak insanlar sadeliği basitlik olarak görüp küçümsedikleri için kendilerini bu kazanımlara kapatıyorlar.
Tasavvufi hayatta meşhur olan “bir lokma ve bir hırka” anlayışı ihtiyaç dışı harcamalara ve israfa dikkat çeker ve sadeliğin insanın tabiatına uygun olduğunu ortaya koyar. Tüketim hastalığının getirdiği sorunlara çözüm olarak tasavvur edilen “minimalist yaşam” da aynı şeyi savunur ve sade yaşamın insanı daha dingin ve huzurlu kılacağını açıklar. Sade yaşam Hz Peygamberin ve onun izini takip edenlerin seçtiği ve tavsiye ettiği hayat tarzıdır ve aşırılıklardan uzaklaşarak olanla yetinmeyi ifade eder.
Sadelik basitlik değildir aksine ihtiyacı aşan ne varsa elden çıkarıp sahip olunanla iktifa etmektir. Sadelik sadece eşyalarda değil sosyal etkinliklerde, arkadaş bağlantılarında ve hayatın diğer alanlarında da işe yaramayacak fazlalıklardan uzaklaşıp sakin bir hayata çekilmektir. Aşırı tüketim, aşırı konfor, aşırı savurganlık insanı özünden uzaklaştırır ve ağır bir yüke dönüşür. Sadelik ise ihtiyaçları aşmamaktır ve bu aynı zamanda sürdürülebilir bir hayatın garantisidir.