Değerli okuyucularımız, ülkemizin önde gelen ilim, fikir ve dava insanlarından Prof. Dr. Süleyman Doğan ile insana, aileye, topluma, eğitime, hayata, hakikate, akademiye, üniversiteye bakışı üzerine gerçekleştirdiğimizin mülâkatın üçüncü bölümünün öznesinde kuşaklar, toplumsal yapılar ve değişim, Türk modernleşmesi ve Türk aydını yer alıyor.
İki yazarımız bir arada İbrahim Ethem Gören ve Prof. Dr. Süleyman Doğan
İbrahim Ethem Gören: Pedagojik formasyon acısından jenerasyonlar arasında süreklilik yaklaşımı daha doğrudur yoksa bugünkü x, y, z kuşaklarının var olduğunu kabul etmek mi daha doğrudur?
Prof. Dr. Süleyman Doğan: Efendim, Hz. Mevlana bu konuda çok güzel bir tespitte bulunmuştur. 'Vakti Velet' kavramı, 'zamanın çocuğu' demektir. Her dönemin, her coğrafyanın kendine mahsus mahsulü vardır. Bitkilerde nasıl böyle bir değişiklik söz konusuyla keyfiyet insanlar için de geçerlidir. O nedenle zamanın ruhunu iyi tespit edip ona göre eğitim metodu ve terbiye yöntemleri geliştirmemiz kaçınılmazdır. Bu nedenle kuşaklar arasındaki uçurumdan ziyade nesilleri birbirine bağlayan ana temel noktaları tespit edip o noktalarda buluşmak ve ortak yol almak daha doğru olur. Buradan hareketle kuşaklar arasındaki farklı düşünceleri doğal görmek gerekir. 
Bahsettiğiniz duru iş hayatına, işletmelere de yansıyor;
Doğrudur. Küresel düzende son dönemde yaşanan baş döndürücü değişiklikler insan hayatı kadar iş hayatını da etkilemiştir. Öyle ki teknolojik, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler insanın tutum ve davranışları üzerinde bir değişim yaşattığı gibi aynı zamanda da işletmeler üzerinde de bir değişimi mecbur kılmıştır. İşletmelerin kurucu unsuru olan insan faktörü bu bağlamda yaşanan değişimle birlikte ele alınması gereken temel bir öğedir. Ancak yapılan çalışmalarda aynı dönemde yaşamış aynı olaylardan etkilenmiş bireylerin bir takım benzer tutum ve davranışları ortaya çıkmıştır. Bu da kuşak kavramının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. 
Prof. Dr. Süleyman Doğan imza gününde
Kuşak kavramına da kısaca değinir misiniz?
Hay hay... Kuşak kavramı belirli yıllarda doğmuş, belirli olaylardan etkilenmiş ve bu etkiler sonucu belirli tutum ve davranışları oluşmuş olan bireylerdir. Günümüzde ise çalışma hayatında başarılı bir yönetim, kuşaklar arasındaki farklılıkları anlamakla ve bu farklılıklara göre yönetim ile mümkün olabilir. Ekonomik, tarihsel, siyasi ve teknolojik gelişmeler ve değişimler kuşakların düşünce yapılarını, yaşam tarzlarını, tutum ve davranışlarını etkilemektedir. Kuşakların çalışma yaşamındaki birbirinden farklı bu tutum ve davranışları iş hayatında yönetim tarzlarını belirlemede ve kuşakların yönetimini gündeme getirmektedir.
Dijital dönüşümün hayata ve insana dokunuşunu da konuşalım;
Mühim, çok mühim bir mevzu. Çağımızdaki teknolojik gelişmeler hayatın her alanını etkilemekte ve bu konuya bağlı olarak bireylerin birbirleriyle iletişim biçimleri doğal olarak değişmektedir. Geleceğimizin tamamen dijital temeller üzerine kurulacağı düşünülürse hayatımızın her alanında yeni dijital becerilerin geliştirilmesi kaçınılmaz gözüküyor. Dijital alanlardaki radikal değişiklikler nedeniyle Z Kuşağı artan dijital sorunundan doğrudan etkilenmektedir. 
Z kuşağı üniversite gençliğinin sosyal, ekonomik ve teknolojik değişimler sonucunda postmodern dünyada nelerin değişip dönüştüğünü gözlemlemek kuşak araştırmalarının ana konusunu oluşturmaktadır. Bu değişimi yaşayan 'Z' kuşağı üniversite öğrencilerini anlamak, onları hayata baktıkları pencereden ve perspektiften değerlendirmek, kuşak kavramını anlamamıza yardımcı olacaktır. Postmodern dünyada tüketim çılgınlığı, oyun ve etkinliklerin bolluğu 'Z' kuşağı için dijital mecraların daha da cazip hale gelmesini sağlamaktadır.
Yıldız Teknik Ü niversitesi`nde Toplumsal Yapılar ve Tarihsel Dönüşümler dersi veriyorsunuz. Nazarınızı Türk toplumuna teksif ettiğinizde neler görüyorsunuz?
Bendeniz üniversite hocalığına öğretmenlikten geçtim. Ü niversitede hocalığa 2004 yılında Fırat Ü niversitesi`nde başladım. Sırasıyla Bolu İzzet Baysal, İstanbul ve Trakya üniversitelerinden sonra 2009 yılından beri Yıldız Teknik Ü niversitesi`nin Fen Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri (Sosyoloji) bölümünde öğretim üyesi olarak çalışıyorum. Asistanlık haricinde akademik tüm unvanları burada aldım. 2009-2012 Yardımcı Doçent, 2012-2022 Doçent olarak ve Haziran 2022 ortasından itibaren de profesör ünvanlıyla görev yapıyorum. 
Uzun yıllar 'Toplumsal Yapılar ve Tarihsel Dönüşümler', 'Eğitim Felsefesi', 'Sosyoloji'  ve 'Toplumsal Çalışmalar ve Kimlik' gibi derslerini okutuyorum. Yüksek Lisans dersi olarak ise 'Postmodern Medya' ve 'Seminer' derslerini veriyorum. Adı geçen dersleri öğrencilerimiz lisans derslerini seçmeli olarak alıyorlar. Her sınıftan, her bölümden, her branştan ve 18-24 yaş grubunda öğrenciler bu dersleri alıyorlar. Sınıfımız bir nevi Yıldız Teknik Ü niversitesi`nin karma, küçük bir örnek ve nüvesini teşkil ediyor. 
Ü lkemizde toplumsal yapılar üzerine evvelemirde kimler çalışma yürütmüş?
Türkiye`de toplumsal yapı üzerine yapılan ilk çalışmaların, Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin tarafından gerçekleştirildiğini biliyoruz. II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminin önemli sosyologlarından olan Ziya Gökalp`in Batılılaşma, Hilafet, Halkçılık ve Türkçülük gibi meseleleri Türk sosyoloji tarihinin erken döneminde ilk tartışan sosyologdur. 
Fransız sosyoloğu Le Play`in temsilcisi olarak temayüz eden Prens Sabahattin de yine erken dönemde toplumsal sorunların temel nedenleri üzerinde durmuştur. Cumhuriyet döneminin ilk toplumsal yapı çalışması denilebilecek 'Bazı Ankara Köyleri Ü zerinde Bir Araştırma' başlıklı ilk monografi ise Niyazi Berkes`e aittir. Berkes, bu monografide 13 köyün konumunu, toplumsal kuruluşunu, aile yapısını ve ekonomik hayatını incelediği çalışmasında benzer sonuçları ortaya koymaktadır. Berkes`in ardından Behice Boran 1945 yılında 'Toplumsal Yapı Araştırmaları'nı yayınlamıştır. Boran, Toplumsal Yapı Araştırmaları`nda, Manisa`da sekiz ova ve beş dağ köyündeki saha araştırmalarının sonuçlarına yer verilmiştir. 
Türk sosyolojisi içinde ve özellikle de yapı çalışmaları içinde Mübeccel Kıray`ın ayrı bir yeri bulunmaktadır. 1964 yılında yayınladığı 'Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası' başlıklı eseri literatürde önemli bir yere sahiptir. Kıray bu eserinde, Ereğli`nin toplumsal yapısının açıklanmasında sosyal düzensizlik ve bozuk sosyal fonksiyon terimleri yerine 'tampon mekanizmalar' kavramını önerir. Kıray`a göre tampon mekanizmalar her iki sosyal yapıyı da ait olmayan yeni müesseseler, ilintiler, değerler ve fonksiyonlardır. Yine bu dönemde, Nihat Nirun`un 'Sistematik Sosyoloji Yönünden Sosyal Dinamik Bünye Analizi' adlı eseri, Nevzat Yalçıntaş`ın 'Türkiye`nin Sosyal Bünyesi' adlı eseri, İbrahim Yasa`nın 'Türkiye`nin Toplumsal Yapısı ve Temel Sorunları' adlı eseri öne çıkmaktadır. Sonraki yıllarda Türkiye`nin toplumsal yapısı ile ilgili çalışmaların sayısında gözle görülür bir artış olmuş ve Ziyaüddin Fahri Fındıkoğlu, Sabahattin Zaim, Orhan Türkdoğan, Tahir Çağatay, Ömer Bozkurt, Mümtaz Turhan, Beşir Atalay, Emre Kongar, Korkut Boratav, Birsen Gökçe, Beylü Dikeçligil, Aytül Kasapoğlu, Nur Serter ve Özer Ozankaya bu alanda çeşitli eserler vermişlerdir. 
Prof. Doğan: Türk toplumunun rayından çıkacağına inanmıyorum.
Türk toplumunda da elbette bir takım gelişmeler ve gelişmeler vardır. Ancak kısa zamanda Türk toplumunun rayından çıkarak başka bir hâl alacağına inanmıyorum. Son elli yıldan beri toplumsal yapıyı büyük oranda belirleyen ekonomi ve yönetim olmaktadır. Aile, dini ve kültürel değerler ise ekonomiden sonra gelmektedir. Yapılan araştırmalar bunu göstermektedir.
Anadolu coğrafyasının cemiyet hayatı nasıl bir tarihi dönüşüm geçiriyor? Türk insanı, ailesi ve toplumu nereye gidiyor?
Bundan yaklaşık bir yıl önce 6 Mayıs 2021 tarihinde, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜ İK) 'İstatistiklerle Aile 2020' başlığı ile bir bülten yayımladı. Bültendeki veriler Türkiye deki aile ve toplum yapısındaki değişimleri gözler önüne seriyordu. Bu veriler:
-Türkiye de 2008 yılında 4 kişi olan ortalama hane halkı büyüklüğünün azalma eğilimi göstererek 2020 yılında 3,30 kişiye düştüğünü,
-2014 yılında yüzde 13,9 olan yalnız yaşayan fertlerden oluşan tek kişilik hane halklarının oranının 2020 yılında yüzde 17,9 a yükseldiğini,
-Türkiye de 2020 yılında toplam hane halklarının yüzde 9,7 sini tek ebeveyn ve çocuklardan oluşan hane halkları oluşturduğunu,
-Hane halkı bilişim teknolojileri kullanım araştırması sonuçlarına göre, evden internete erişim imkânına sahip olan hanelerin oranı 2004 yılında yüzde 7 iken 2020 yılında bu oran yüzde 90,7 olduğunu,
(Belki de çok daha önemlisi)-Türkiye nin yüzde 94 ünün şehirlerde yaşadığını gösteriyordu.
Bütün bu veriler bize genel manada ne/neler söylüyor?
Türkiye de toplumun ciddi manada  'modernleştiği' olgusunu vurgulayabiliriz. Zira modernleşme teorilerinin çoğu toplumların, tarım toplumundan sanayi toplumuna, cemaatsal yapılardan bireyselleşmeye, köylülükten şehirleşmeye doğru gideceğini iddia eder. Bu çerçevede bu teorilerin çoğunda şehirleşen/bireyselleşen toplumlarda sekülerleşme, sosyal hareketlilikler, rasyonelleşme, bilimsel düşünme ve benzeri özelliklerin ortaya çıkacağı varsayılır. 
Meselâ;
Örneğin, her ne kadar çok sayıda detaylı çalışmanın yapılması gerekiyor olsa da şimdilik hane halkındaki kişi sayısının azalmasının, kişilerin bireyselleştiklerini gösterdiğini söyleyebiliriz. Benzer şekilde tek çocuklu aile sayısının artması da aynı çerçevede düşünülebilir. O halde TÜ İK in açıkladığı bu veriler Türkiye de yaşanan modernleşme hareketlerinin sonuçları olarak okunabilir. Türkiye deki modernleşme sürecinin genel hatlarıyla 18. yüzyıl sonlarında yani III. Selim ile başlayıp, Tanzimat ve Cumhuriyet ile devam ettiği bilinmektedir. Fakat bu modernleşmenin toplumun tamamına yansımasının bir hayli zaman aldığı da gerçektir. Örneğin, çok yakın bir tarih olan 1970 lerde bile Türkiye de toplumun yüzde 80 inden fazlası köylerde yaşıyor ve bu çerçevede şehirli kültürün içinde yoğrulamıyorlardı. Bu durum 1970 ve sonrasında köyden kente göçün artması ile değişti. Türkiye`de toplumun geneline yayılan bir modernleşme süreci yaşandı. Nitekim yukarıdaki rakamlar da bu sürecin sonuçlarıdır. Bu rakamların Türkiye için ortaya koyduğu gerçekler, Avrupa da daha önceki yıllarda örneğini gördüğümüz gerçeklerle de paralellik arz eder. Zira bu modele göre toplumlar 'modernleştikçe' bireyselleşme artmakta, bireyselleşme arttıkça da evlilik oranlarında düşüş ve boşanma oranlarında artış yaşanmaktadır. Modernleşme artıkça toplumda yenilik ve değişim de artmaktadır. Buna paralel olarak dünyevileşmede artmaktadır. Dünyevileşme artıkça insanların birbirine hürmet yerine değer olarak mal, mülk ve para ön plana çıkmaktadır. Bu durum bizim yeni bir takım önlemler almamızı beraberinde getirmektedir. Aile bağlarını daha fazla güçlendirmek ve ahlaki ve dini değerlerimizi yeni kuşağa sevdirerek anlatmaktır.
Bahsettiğiniz gidişte insan olmak, daha doğrusu insan kalmak mühim bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Toplumumuz bu imtihanda ne kadar başarılı?
İnsan olmak ve insan kalmak gerçekten bir mertebedir. Bebek, anne rahminden birey olarak doğar ancak fıtratına uygun olarak yaşarsa adeta 'Hazreti İnsan' olur. Bu bir aşamadır. Yani olgunlaşma aşamasıdır. Modernleşme ve şehirleşme sürecinin menfi etkilerine önümüzdeki yıllarda daha da fazla karşı karşıya kalacak olan Türkiye nin Avrupa nın hem menfi hem de müspet tecrübelerinden ders alması gerekir. Özellikle Milli Eğiti Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve belediyelere bu anlamda çok iş düşmektedir. 
Bahsettiğiniz 'iş'leri de konuşalım;
Bu anlamda yapılması gereken ilk iş, TÜ İK in 'soğuk' istatistiki verilerini baz almanın ötesinde, kapsamlı bir kalitatif ampirik çalışmadır. Resmin tümünü ortaya çıkararak kırılan fay hatlarını iyi tespit etmek gerekmektedir. Neticede doğru teşhis olmadan, tedavi oldukça zor olabilir. 
Türkiye, muhafaza etmek istediği geleneklerini geleneksel bir şekilde değil, zamana uygun yöntemler ile muhafaza etmelidir. Bunun da yolu sloganlardan ve tahakkümden uzak projeler geliştirmekten geçer. İşin ilginçyanı, netice itibari aile kurumunu zayıflatan, toplumsal dayanışma duygusunu azaltan, seküler bir hayat tarzının önünü açan bu tür modernleşme süreçlerinin sonuçları hem Avrupa`da hem de Türkiye`de genelde hep muhafazakâr iktidarların döneminde gerçekleşmiştir. Bu süreçler de muhafazakârların yaşadıkları toplumdaki muhafaza etmek istedikleri değerlerde aşınma meydana getirmiştir. Bu elbette muhafazakâr iktidarların amaçlamadıkları, fakat politikalarının sonuçları olarak gerçekleşmesine katkı sundukları bir süreçtir. 
Avrupa daki durum, son yirmi yılda yaşanan gelişmeleri de dikkate alırsak, Alman sosyolog Andreas Reckwitz in de altını çizdiği gibi tekil (singular) ya da bireyselleşmenin en uçnoktaya vardığı, bireyin içinde yaşadığı toplumla zihinsel bağını kopardığı, kendini milletler üstü, iyi gelirli bir topluluğun parçası olarak gördüğü bir bireyselleşmenin yaşandığı noktaya varmış bulunmaktadır. Bu durumda, Avrupa daki hâkim ekonomik paradigmaları bir politika olarak uygulayan Türkiye nin de belli bir süre sonra, toplumsal anlamda, Avrupa`nın ve Amerika`nın geldiği noktaya varacağını öngörmek mümkün olabilir.
Teşekkür ediyorum. Buradan, akademiye geçelim; Akademimiz, Türkiye merkezli düşünebilen Türk entelijansiyası için hangi mânâları hâvi?
Aydın sınıfı, orijinleri bakımından tiplere ayırmak oldukça zordur. Çünkü aydınlar belirli bir sosyal sınıftan gelmemektedirler. Özellikle Türk aydınında durum daha da karmaşık bir hal almaktadır. 
Prof. Dr. Süleyman Doğan
Doğan: Ekonomik temelli sınıf ayrımı sanayi devrimini ürünüdür.
Çünkü ekonomik temelli sınıf ayrımı sanayi devriminin bir ürünüdür ve Türkiye`de 1950`li yıllara kadar burjuva sınıfı oluşmamıştır. Türk aydınının ortaya çıkmasını ve milliyetçilikle ilişkilenmesini de bu çerçevede ele almak gerekmektedir. Bu nedenle Türk aydını Rus entelijansiyası ile karşılaştırılabilir. İslam inancının her türlü etnik özgüllük izini yok etmek iddiasına karşılık, Osmanlı İmparatorluğu`nda gizli bir Türk kimliği bilincinin var olduğu söylenebilir. Bunun en bariz göstergesi ise Arapça ve Farsça`dan alınmış terimlerle dolu olmasına karşın Türk dilinin varlığıdır. 
Entelektüel kavramı üçdönemde ve üçfarklı şekilde anlaşılabilir. Bunlardan ilki, 17. yüzyılın tanımladığı bir insan tipi olarak entelektüel... Yani zihinsel (Intellectuel) faaliyetlerden hoşlanan, her şeyden mümkün olduğu kadar haberli olmaya çalışan, kişiliğinin yanı sıra dünyaya bakış açısını genişletmeye çabalayan bir insan tipi... İkincisi, 18. yy aydınlanma çağının tanımladığı ve Batı toplumlarının son iki yüz yıllık kültür ve politika tarihlerinde başat olan bir insan tipi olarak entelektüel... Bu entelektüel tipi de Aydınlanma Çağı ile birlikte gelişmiş ve 17. yy entelektüeline sadece kişiliğini ve dünyaya bakış açısını genişletmeye çalışan bir insan olarak bakmakla yetinmemiş, ona daha iyi bir toplum, daha iyi bir insanlık için düşünce üretme ve gerektiğinde politik eylemde bulunma misyonu da yüklemiştir... Ü çüncüsü ise anlama, sorgulama ve eleştirme etkinliğini sürdüren insan tipi olarak entelektüel... Bu üçüncü tipin tanımının kendi içinde çeliştiği açıktır. Fakat bu tip de kültür tarihinin her döneminde vardır ve bugün de kendilerine 'postmodern' denilen bir entelektüel tip içinde varlığını sürdürmektedir. 
Türk aydını genel anlamda kendine hangi misyonu yüklüyor?
Tarihsel serüveni içerisinde değerlendirildiğinde Türk aydının kendine yüklediği en önemli misyonun kurtarıcılık ve toplumsal iyinin sağlanmasına çalışmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda Türk aydını, aydın tipolojileri içinden Bauman`ın 'yasa yapıcı entelektüel/aydın' tipolojisi içerisinde değerlendirilebilir.
Süleyman Doğan Ahmet Kabaklı ile
Türk aydını hangi tipolojilere ayrılabilir?
Türk aydınına göre yapılan tipolojiler de değerlendirilmelidir. Prof. Dr. Murat Belge, Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan aydın gruplarını, 'bürokratik aydınlar', 'bürokrasi dışı aydınlar', 'kır kökenli aydınlar' ve 'şehirleşme sürecinin ürettiği yeni aydınlar' olmak üzere dörde ayırmaktadır. Bürokratik aydınlar, Tanzimat Fermanı`nın ilanından sonra ortaya çıkmışlardır. Bunlar, toplumsal değişimin öncüsü olmuşlardır. 19. Yy. dünyada pozitivizmin hüküm sürdüğü bir yüzyıl olmuştur ve Osmanlı aydınları da bu süreçten etkilenmiştir. Cumhuriyet döneminde inşa edilen fiili güçolan Cumhuriyet Halk Fırkası da, rejim, çok partili, yarışmacı bir demokrasiye dayanmadığı için, temsili bir politik parti olmaktan çok, seçkinci karakter taşımaya devam eden aydınların toplumu dönüştürme aracı olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında demokrasiye geçilememesi ve batılı anlamda güçlü toplumsal sınıfların yokluğu, aydınların ülkenin kaderini tayin etmesinde etkin rol oynamıştır. Bu koşullar altında toplumu dönüştürmenin yöntemi yukarıdan aşağıya ve çok çeşitli dallara ayrılmış karmaşık bir devlet aygıtından ayrı düşünülemeyeceği için, aydınların 'bürokratik' karakteri de Osmanlı döneminde modernleşme serüveni içerisinde Türk aydınını tek bir çizgi içerisinde incelemenin yanlış olduğu ileri sürülebilir. 
Osmanlı-Türk modernleşme süreci farklı aydın tipolojilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Osmanlı`nın kuruluşundan itibaren padişahlar tarafından kendilerine gerekli ilgi ve saygı gösterilen Ulema sınıfı zamanla Padişah iradesini bile sınırlayacak bir konuma yükselmiş ve yönetim kademesini nitelendirmek için kullanılan Askeri Sınıf, İcrai Askeriler kısmını oluşturan Ulema dışındaki Askeri Sınıf ve Ulema sınıfı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Fakat Osmanlı klasik sisteminin modernleşmeye başladığı yıllarda 'din bürokrasisi'ni oluşturan geleneksel aydınlardan oluşan 'ulema sınıfı' ve modernleşme çabaları sonucunda oluşan 'modern bürokrasi'yi oluşturan 'bürokratik aydınlar sınıfı' olmak üzere iki farklı aydın tipolojisi oluşmuştur. İlk olarak Tercüme Odası`nda yetişen bu bürokratik aydınlar, daha sonra Batı`ya, özellikle Paris ve Londra`ya giderek Batı`nın siyasal, ekonomik ve yönetsel gelişmişlik düzeyinden etkilenmişler ve bunu Osmanlı`ya uygulamaya çalışmışlardır. Daha sonra GençOsmanlılar olarak nitelendirilen ve Tanzimat aydınlarına karşı sert eleştiriler yönelten yeni bir aydın grubu daha ortaya çıkmıştır. II. Meşrutiyetin hürriyetçi ortamında da bu 'GençOsmanlı' olarak nitelendirilen aydın grubunun devamı olarak görülen ve 'Jön Türkler' olarak nitelendirilen bir aydın grubu daha oluşmuştur. Türk aydının geleneksel rolü ise, din adamlığıdır. Geleneksel toplumlarda aydınların en önemli işlevlerinden biri halkın değerlerini paylaşmak ve aynı zamanda halk ile siyaset arasında ikincil bir yapı görevini yerine getirmektir. 
Aydın tiplemesinde örneğin, Emeviler ve Abbasiler döneminde, o dönemin aydını sayılan ulema, merkezi temsil eden devletin değil, halk katlarının yanında yer almıştır. Bu dönemde ulema mümkün olduğunca devletten uzak durmaya, kendisine verilen resmi görevleri almamaya özen göstermektedir. Yani politize olmaktan kaçınmışlardır. Selçuklular bir geçiş dönemi olmuştur. Osmanlı`da ise ulema yine dini temsil etmekteydi. Fakat ulema bu kez merkez-çevre denklemindeki yerini değiştirmiş ve siyaset öğesiyle birlikte hareket ederek merkeze yerleşmiştir. Ancak Osmanlı`nın son döneminde modernleşme politikaları ile birlikte ulema merkezden çevreye yönelmiştir. Modern çağda ise aydınların rolü, eskiden 'avam' ya da 'güruh' olarak bilinen halk kitlelerini millet olarak bilinçlendirmek, milletlerini tarif etmek ve siyasi kimliği ön planda tutan yeni bir topluluk oluşturmaktır. Ortaya çıkacak olan milletin de bir yandan tarihi bağlarını ve kültürünü devam ettirecek, içeriği değişik bir varlık olacağı kesindir. Osmanlı`nın son yarım yüzyılında ve cumhuriyetin ilk dönemlerinde kısacası modernleşme yolunda adımlar atılırken, aydınlara çok büyük bir rol düşmüştür. Bu dönemde kendini batı karşısında ezik hissetmelerine rağmen kendi kültürel özlerinden ve tarihlerinden uzaklaşmamışlardır. Uzaklaşmaya çalışanlar da yine bu dönem aydınları tarafından her fırsatta eleştirilmiştir.
Namık Kemal, Ahmet Vefik Paşa, Agâh Efendi, Mustafa Reşit Paşa, Mehmet Emin  li Paşa ve Fuat Paşa gibi Tanzimat döneminin ileri gelenlerinin bir kısmı Tercüme Odası`nda yetişmiştir. Ancak Tanzimat devlet adamlarından  li Paşa döneminde, Müslüman tercümanlar kademeli olarak tasfiye edilerek onların yerine Ermeniler alınmıştır. Neticede, ulemadan farklı olarak Avrupa`yı gidip gören, oradaki gelişmelerin farkında olan yeni bir aydın sınıfı ortaya çıkmıştır denilebilir. Ancak, Cemil Meriç`in ifadesiyle, Kur`an`ın, hadislerin ve daha önceki imam ve müçtehitlerin tekrarlayıcısı olarak çalışan ulemanın yerini bu defa da Avrupalı yazarların tekrarlayıcılığını yapan Tanzimat aydınları almıştır. Osmanlı`da düşünce ile uğraşana âlim ya da ârif denilmiştir. Tanzimat`tan sonra aydınlar özellikle 18. yüzyıl Fransası`ndan etkilenmişler ve kendilerini önce 'efkârı münevvere eshabı' daha sonra ise kısaca 'münevver' olarak nitelendirmişlerdir.
Ahmet Kot, Prof. Dr. Süleyman Doğan ve Prof. Dr. Nabi Avcı
Bu durumda aydın ve halk arasında bir kopukluktan söz edilebilir mi?
Elbette... Türk aydınının ortaya çıkışı ve gelişimi sürecindeki en önemli sorunun aydın-halk kopukluğu olduğu söylenebilir. Örneğin Ziya Gökalp, bir milletin münevverlerine, mütefekkirlerine o milletin güzideleri adı verilebileceğini, bu güzidelerin yüksek tahsil ve terbiye görmüş olmaları sebebiyle halktan ayrıldıklarını belirtmektedir. İşte bu güzideler halktan 'harsî ' bir terbiye almak ve halka medeniyet götürmek için halka gitmelidirler. Gökalp, bu söylemiyle aslında Batı`nın medeniyetinden haberdar olmayan ama kültürün de taşıyıcısı olduğuna inandığı halkla aydınlar arasında bir iletişim kurulması gerektiğini belirtmektedir. 
Prof. Dr. Süleyman Doğan, Prof. Dr. İbrahim Sezgin ve Dr. Ali Ural ile birlikte
1904`lerde Mısır`da basılan 'Ü çTarz-ı Siyaset' adlı risalede 'Batılılaşma' kavramına yer yoktur. Çeşitli ufuklardan gelen ve dönemini çok iyi tanıyan üçTürk aydını (Yusuf Akçura, Ali Kemal ve Ahmet Ferid Bey) Osmanlı Devleti`nin tarihinde böyle bir eğilimden söz etmezler. Onlara göre Devlet-i  li`ye üçsiyasi ideal tanınmıştır. Bunlar: Osmanlıcılık, İslam Birliği ve Türkçülük`tür. II. Meşrutiyet aydınlarında ortak bir emel haline gelen 'Avrupalılaşma', en kesin ifadesini Ağaoğlu Ahmed ve Abdullah Cevdet`te bulur. Ziya Gökalp de, Hüseyinzade Ali Turan`ın 'Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak' sloganını bayraklaştırır.
-Ü çüncü bölümün sonu-
Yarın: Prof. Dr. Süleyman Doğan ile sohbet-4: Ü niversite en üst bilgi kurumudur.