Eski dünyada hükümdarlar ilim ve sanat hayatını kollayıp ilerletmeyi bir borçbilirlerdi. Muhakkak ki âlim ve sanatkârları sarayında toplayan, onlara ikramda bulunan, onların ortaya koydukları başarılar karşısında 'ürpererek' ihsanda bulunan hükümdarlar az değildir.
Bir hükümdar gelişme ve ilerlemenin yolunu daraltırsa o hükümdar daha sağlığında sevilmemeye başlar. Tebaası onu dışlamıştır.
İlmin önünü tıkamışsa bir hükümdar, geleceği olmayan bir ottan başka nedir ki o?
Tebaasının gönlünde yer bulamaz. Tabii bunu söylerken toplum içinde herkesin ilim irfan sevdalısı bulunduğunu iddia etmiş olmayalım. İlim ve sanat karşısında tevahhuş eden insanlar az değildir. Hatta bunlar ilim ve sanat erbabına düşmanlık da yapabilirler. Bunlara ara bozucular diyebiliriz.
Tarihte örneklerinden geçilmiyor bunların. Bir ülkede hükümdar ilim ehlini etrafında toplamaya başlamışsa, birileri bundan rahatsız olmuştur mutlaka. Fısıltılar, dedikodular, adam kötülemeler hemen başlıyor. Hükümdara diş geçiremeyeceklerine göre başlıyorlar etrafındakilerle uğraşmaya.
Hükümdarla mücadele etmenin dolaylı yoludur bu. Nef`î `yi bu düşünüşe uygularsam, Nef`î `ye tahammül edemiyenlerin Murat ile uğrun uğrun uğraşmakta olduğu anlamı satırarasında koyu rengiyle varlığını hiçde sakınmayacak... Dördüncü Murat devrine aslında öyle bakmak gerekir. Türk cemiyetinin her alanda kesafet bağladığı, siyasî hayatın ardında duran fakat gereğince incelenmemiş bir patlama dönemidir. Patlama derken 'bir gülün açışı' hayaliyle bakalım. Bir ilerileme, bir aydınlanma, bir rönesansa doğru gidişi düşündüren o birikim...
Bugünün, o uğursuz aşağılık duygusunun trafiğini yaptığı ve yönettiği, geçmişimizdeki olumlu işlere dudak bükmesi yok mu, insanı kahrediyor. Kendi toprağında kendisinden ümidini kesmiş ama ihtiras devam ettiği için yabancı ögelere doğru gitmiş bir anlayışın hükümferma olduğu bir yıllardayız epeydir. Buraya hiçde iyi gözle bakmayanların gözü olur bakarlar. Kendi medeniyetinin gelişi ve geleceğe doğru akacak oluşuna eğilimli insanları baykuş gibi gözlerler. Kalıcı herhangi bir kılgıyı hiçmi hiçaffetmezler. Kendi değerlerine karşı bir sevgili değildirler. Onu çoktan yitirmişlerdir. Onlar, Türk birikimini tehlikeli bulurlar. Öyle öğretilmişlerdir ve öyle yapıp ederler.
Evliya Çelebi`ye de tahammül edemediklerini görürüz. Onun kendi gününden bize haber verdiği otantik gelişmeleri de kabul etmek istemezler. İnsanın hayretleri şaşıyor. Hezârfen Ahmed Çelebi ve Lagarî Hasan Çelebi`yi birinin kanat takıp uçma, öbürünün roket yapıp (fişenk diyorlardı) binip ateşleyip yükselişi sonra denize inişini bize anlatır da, 'Canım Evliya Çelebi bu yazar işte!..' diye zevzeklenen o ruhu bir türlü teşhis edemeyiz.
Oysa Murad-ı rabi devrinde biz naklî ilimler kadar aklî ilimlerde de bir yere gelmişiz. O yer fen, teknik uygulamaları noktasıdır. Yani o mayalanma olmuş ki, istidad ve kaabiliyet sahipleri doğrudan yöneliş imkânı bulabiliyordu. Mizaç, yaratmak ve üretmekte alışılmışın dışına çıkabiliyordu. Şöyle diyorum o devirde bu süper deneyler yapılmış, fakat idealist Evliya Çelebi`den başka yazan çıkmamış. Yazmışlarsa, bilmiyoruz.Çünkü haberimiz bile bulunmayan kaynaklarda yatıyordur. Biz bu çağın avâreleri, münharifül mizaçları ne yaman bir kendini aldatma içinde şen şakrak kaldığımızı ne zaman farkedeceğiz?
Adam, insanca ve mertçe bağırıyor. Bir ülkede ilim dili anadildir. Eğitim ana dilde olur. Merhum Prof. Oktay Sinanoğlu`ndan bahsediyorum. Bütün dünyanın önünde eğildiği, Türkiye`de ise 'sistemin muhafazası' adına deha ve çalışmalarını birilerinin tınmadığı onun şahsında, kendisi gibi ayık ve gönül gözü açık, kendi köküne sadık olanları işaret ediyorum.
Türk Aynştaynı 'Oktay Sinanoğlu Kitabı'nı üçgün boyunca heyecanlarla okudum yüceldim. (T.İş Bankası Yay. Söyleşi: Emine Çaykara)
Tarihte her devirde başını göstermiş olan 'ilerlemeden korkma illetinin', modern çağda bir de kurumlaştığını dehşetle görürüz.
İkinci Dünya Savaşı öncesi ile sonrası bir süreçte bir sendromu keşfeden ve şimdi adına 'Behçet sendromu' diye dünya tıp literatüründe yerini almış bulunan Dr. Hulusi Behçet de üniversite bürokrasisinden yılmış da istifa etmiş, herhalde ayrılmaya mecbur edilmiş. 'Nuruosmaniye`de lâhana satmaya başlamıştı' diye bir ara gazetenin birinde gözüme ilişmişti.
YÖK döneminde hocaya soru soramaz öğrenci. Hoca kızar. Nice olaydan bunu biliyor toplum. Ama ne çare!.. Osmanlı eğitim sistemini gözden düşürerek yeni dönemin şansını artırmak için propaganda edilir hani: Hoca`nın uzun kızılcık değneği çocuğun kafasına iner. Kabahat büyükse 'yıkın falakaya şunu.' Gerçi bunlar elbette vardı. Abartıldığı kadar olmadığı da bir gerçek. Ömer Seyfettin`in Falaka`sında anlatılıyor. YÖK anlayışında işler bilim adına daha beterdir. Soyut kızılcık, soyut falaka. Bir tür işkence, entellektüel varlığının cezalandırılması diyebiliriz.
Oktay Sinanoğlu diyor ki: 'Araştırma yapan, birşeylerin peşine düşen, araştıran insanda bilimin heyecanı olur. Ve en önemli şey öğrenciye bu heyecanı aşılamaktır.Heyecan bulaşıcıdır. Bu olmazsa, hoca bir müddet sonra bir gramofon plağı haline gelir. Böyle eğitim olmaz.'
Ben bundan hareketle size derim ki bilim olsun sanat olsun anadil ile düşünülür. Bunun engin bir içyaşantısı vardır. 'Kelime ve ruh birleşir', geçmişten gelen, geleceğe böyle ilerler. Şimdi olduğu gibi Amerikalı uzmanlar Türk eğitimini kontrol ederse olmaz bu.