Osmanlı insanlığın son adasıydı

TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ

Abone Ol

Tarih üzerine yazdığım ilk kitap bundan 21 yıl önce iki kapak arasına girmişti. İsmi Osmanlı: insanlığın Son Adası’ydı. Sevildi, okundu ve bugüne kadar 20 baskı yaptı. Her baskısında okuyanlar aynı soruyu yöneltti: Osmanlı’yı ‘ada’ya, hele ‘son ada’ya benzetmekten kastınız nedir?

“Osmanlı adası” nereden bakarsanız bakın garip bir ada ve nevzuhur, sömürgeci muhayyilenin mahsulü adalarla alakasız. O “Robinsonad”lar dediğimiz ada romanlarında geçen vahşî adalardan biri de değil. Muhtemelen 19. yüzyıl Osmanlı devlet aklında bilinç üstüne çıkmış olan ama daha kuruluş yıllarında da, orta zamanlarda da varlığı hissedilen ve zamanımıza volümü artarak erişen kadîm bir ada fikri bu.

Bir “ada”nın nerede bittiği ve bir “kıta”nın nerede başladığı kesin olarak belirlenebilmiş değildir. Coğrafya uleması da, harita bilginleri de söz bu bahse geldiğinde dut yemiş bülbüle dönüyor nedense. Onlara bakarsanız 2 milyon kilometrekareyi aşkın toprağıyla Grönland adadır ama 8 milyon kilometrekare toprağa sahip olan Avustralya kıtadır! Öte yandan 13 milyon kilometrekarelik Antarktika bir sözde kıtadır. Neden peki?

Demek ki, fizikî coğrafya bile üzerinde oturanların değerine göre şekillenen plastik bir oyuncaktan ibarettir. Avrupa hakikaten bir “kıta” ise –ki gerçekte Asya’nın batıya uzantısıdır- yine bir yarımada olan, üstelik nüfusu Avrupa’nınkinden dört misli fazla olan Hindistan neden bir “kıta” değildir? Cevap olarak çünkü Avrupalı farklı mı diyeceğiz?

Demek ki coğrafî tanımlara fazla bel bağlamak faydadan çok zarar getirecektir bize.

Kitabımda Osmanlı’ya “ada” derken, onun büyüklük veya küçüklüğünü göz önünde bulunduruyor değilim. Ada dediğin sular çekilince genişler, yükselince küçülür, daha doğrusu küçülür gibi gözükür. Ama varlığı sona ermemiştir. Oradadır. Lakin suların çekileceği bir vakt-i merhunun de eli her zaman kulağındadır. Bazen tamamen suya da gömülebilir o ama asla tamamen yok olmaz. Kökü derinlerdedir çünkü.

İşte böyle ezelî ve ebedî bir adayı düşünüyordum Osmanlıya “İnsanlığın son adası” derken.

Topkapı Sarayı’nın Babüssaade kapısındaki “Burası bütün mazlumların sığınağıdır” mealindeki Arapça kitabe.

Ona sığınmak selamete çıkmaktı

Bu adanın kökleri bir yandan insanlığın başlangıcına değer. İnsanlığın, yani İslamın başlangıcına. Necat adası… Nuh’un gemisi… İnsanlığın o en daraldığı zamanlarda bağrından sürücüsünün elinde yanan bir kılıçla fışkırıveren “alevden bir at”… İçinden kir saçılan oluğun karşısındaki “nur” akıtan oluk bir bakıma. İnsanların emin olduğu belde.

Üstelik Topkapı Sarayı’nın ilk kapısı Bab-ı Hümayun’un solunda bir mermere kocaman harflerle bu mesajı gözümüze sokarcasına hâk etmiş Osmanlı Devleti. “Ye’vi ileyhi külli mazlumîn” yani ‘Burası bütün mazlumların sığınağıdır’.

Keza 19. asırda tasarlanmış bulunan Osmanlı armasının göbeğinde duran 16 yıldızlı kalkan da yeryüzündeki bütün mazlumları korumaya and içmiş bulunan bir cihan devletinin asalet kokan sembolüydü. Mazlumların bıçak kemiğe dayandığı zaman sırf var oluşundan bile içlerine emniyet yağmurları yağdıran bir barış diyarıydı.

Çeyrek asırdır böyle baktım meseleye ve “Osmanlı” dediğimiz görkemli fenomeni gözümüzdeki çapak olmaktan çıkararak aslı ve faslıyla ortaya koymaya çalıştım. Yanılgı ve iftiralara karşı kalemim ve kelamımla kalkan oldum, çünkü eskiden mazlumlara kol kanat geren Osmanlının kendisi mazlum ve mağdurdu. Vakit ona siper olma vaktiydi.

Osmanlı’nın sadece Osmanlı’dan ibaret olmadığını, onun Müslümanların yeryüzündeki varoluş serüvenlerinin son hayatî uğrağı olduğunu tespit ettim. Daha önemlisi, bu misyonu, vahşi sömürgecilik asrında, o dünyayı kasıp kavuran 19. yüzyıl boyunca yitirmeyen, hatta onu daha bir bilinçle sahiplenen asil bir tavrın sahibi olduğunu anlattım. Bunlar beni, egemen veya egemen olmak için uğraş veren birçok “Osmanlı” anlatısından uzağa düşürdü ister istemez.

Bir kopuştu benimkisi.

Resmi Cumhuriyet tarihinin “geri”, “dejenere” ve “beceriksiz” diye karikatürize edilmiş Osmanlı imajından da,

Milliyetçi tarih yazımının Kanuni Sultan Süleyman sonrasını çöplüğe layık gören dışlayıcı tavrından da,

İslamcı söylemin iman eksenli Osmanlı eleştirisinden de, (en basit haliyle ‘Osmanlı Devleti imanı zayıfladığı için çökmüştü’ tezinden),

Osmanlı’nın Batı’yı yeterince takip etmediği veya feodal ve ‘talancı’ olduğu için geri kaldığı iddiasını ballandıra bulandıra senelerdir anlatagelen sol söylemden de koptuğumu biliyordum.

Sol Kemalist Doğan Avcıoğlu’nun emperyalizmin Türkiye’yi avucuna alışının başlangıç tarihi olarak 1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Anlaşması’nı göstermesini de hatalı buluyorum. (Bu arada belirtelim ki, 9 Mart 1971’de darbe yaptırmaya kalkan Dr. Avcıoğlu’nun Osmanlı tarihi yorumu İslamcı-Türkçü kesimde sanıldığından daha yaygın bir kabul görmüş durumdadır.)

Son ada şimdi nerede?

Tabii bunları yaptım diye kimse başının üstünde taşımadı beni. Anatole France’ın Penguenler Adası adlı romanında dediği gibi kitleler aldatıldığını kabullenmekte gönülsüz davranır. Anlayacağınız ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranabildim. Doğruyu söylemenin ceza, yalan söylemenin takdir gördüğü distopik bir ülke burası ne de olsa.

Ne var ki, ülkemizde çoğu kesimin şikayet ettiği tarih/resmi tarih ikileminden kurtulmak isteyen lakin neyle ve nasıl kurtulacağını bilemeyen pırıl pırıl gençler yaşıyor Allah’tan. Bunların kökü kurumuş değil bütün olumsuzluklara rağmen.

Hamaset ve “şanlı tarih hastalığı”na düşmeden de Osmanlı’nın büyüklüğünün anlatılabileceğini okura göstermek istedim ve bir panzehir hazırlamak için çaba sarf ettim. En önemlisi, savaşları kazandığı vakit Osmanlı’yı alkışlayan, kaybettiği vakitlerde ise onu Ebu Gureyb hapishanesindeki Amerikan işkencelerini aratmayacak tekniklerle utanç kuyularına gömen sözde Osmanlıcı söylemlerin ikiyüzlülüğünü de deşifre ettim. Sağcı Mümtaz Turhan’ın da, İslamcı Necip Fazıl’ın da, Sosyalist Yalçın Küçük’ün de, Muhafazakâr Yılmaz Öztuna’nın da, Solcu Çetin Altan’ın da yeniçeri ocağı karşısında nasıl tam siper olduklarını ve zıt ideolojilere sahip gibi görünseler de aslında gizli gizli paslaştıklarını deşifre ettim. Böylece “aydınımızın Osmanlı ile imtihanı”nı değerlendirdim.

Emperyalizme direnen Osmanlı adasının varlığı sayesinde Müslümanların izzet-i nefsi, şerefi, namusu büyük ölçüde 20. asır başlarına kadar korunabildi. Fakir de olsalar Müslümanlar başları dik gezebildi öz topraklarında. Sadece gezmekle kalmadılar, Pekin’den Paris’e, Bingazi’den Londra’ya, Açe’den Çad’a kadar engin bir coğrafyada etkili de olabildiler. Yeryüzünün birinci sınıf bir devletinin tebası yahut mahmîsi (himaye göreni) olarak yaşayabildiler ki en mühimmi buydu.

Peki devleti çöktükten sonra bu ada nereye kayboldu? diye bir soru gelebilir aklınıza, onu da cevaplandırayım izninizle.

Yukarıda dediğim gibi, ada dediğin kâh büyür, kâh küçülür, gün olur sulara gömülür, gün gelir yeniden başını gösterir. Bu ada, Müslümanların, hatta insanlığın bitmeyen ve bitmeyecek olan ümididir. Dün Osmanlı kılığında karşımıza çıkmıştır, yarın bir başka kılıkla çıkmayacağını kimse söyleyemez. Ada oradadır ve taliplisini beklemektedir. Biz talip olursak bizi, değilsek başkasını. Bir Osmanlı var olmasaydı onu icat etmemiz gerekirdi de ondan. Bu kadar net.

Burada bir Batılı tarihçiye istinaden iddiamı netleştirmek istiyorum. Şöyle yazmıştı çeyrek asır önce Antero Leitzinger:

“İmparatorluklar ne doğar, ne de ölür; sadece kendilerini [bir kalıptan ötekine] dönüştürürler. Dağılır ve yeniden bütünleşirler, topraklarını küçültür veya genişletirler. Bir imparatorluk, hanedanı değişse bile devam eder, çünkü saltanatın değişmesi, zorunlu olarak yönetişim (governance) kültüründe ve imparatorluğun stratejik konumunda bir değişiklik anlamına gelmez.” (Antero Leitzinger, “Russia and the Kipchak curse”, The Eurasian Politician, Sayı: 1/2000.)

Bugünkü kaotik dünyada Osmanlı adası çevresinde yeni bir hareketlilik gözleniyor. Toprakları ve imajı küçültülse de, ideal olarak hep yanı başımızda gezip durmakta bir gölge gibi. Bosna’da, Filistin’de, Irak’ta, Pakistan’da, Güney Afrika’da, Belarus’un Tatar köylerinde, İngiliz filozofu Bertrand Russell’in dayısının Londra’daki malikânesinde hep onunla dertleşmedik mi? Hatırlayın, Hürriyet gibi Osmanlıya mesafeli durmuş bir yayın organı bile “Osmanlı refleksi” ile Binbaşı Cengiz Toytunç’un Filistin’de şehit düştüğü haberini, “Yüz yıl sonra ilk hava şehidimiz” diye vermemiş miydi? Bu cümle ancak aynı devlet devam ediyorsa kurulabilirdi. Demek ki ediyor.

Fazilet mücadelesi

Haklı olarak şöyle bir soru gelebilir aklınıza:

Osmanlı’nın “ insanlığın son adası” olduğu fikri ne kadar objektiftir?

Ah, objektiflik! Ne büyük hamakat.

Bilim felsefecisi Thomas Kuhn’dan beri pozitif bilimler alanında bile objektiflik ancak belli bir oranda geçerli kabul ediliyor ise Dilthey’ın dediği manada tarih gibi varlığımızın içine gömülü bulunduğu bir ‘manevî bilim’de (Geisteswissenschaft) bir objektiflik talebinde bulunma hakkımız olabilir mi?

Ben tarih alanında objektifliğin başlangıçta değil, sonuçlarda mümkün olabileceği kanaatindeyim. Yani buluş (invention) bağlamında değil, doğrulama (verification) bağlamında. Bir çalışmada ortaya konulan kanıtların ve onlarla şekillendirilen tarih manzarasının olgulara ne kadar benzediğidir tarihte objektifliğin aranması gereken nokta.

İddiam şudur: Evet, Osmanlı, insanlığın son adasıydı.

Hakikatte kitabıma ismi ben değil, “Osmanlıların en Osmanlısı” diyebileceğim ünlü âlim, bürokrat ve tarihçi Ahmed Cevdet Paşa koymuş bulunuyor. Üstelik bu, tarihi boyunca varlığını koruyan ama şuur üstüne son asırda çıkan bir tavırdı Osmanlıda.

İlginç mesajlar veren 1850 tarihli Tanzimat madalyasında resmedildiği gibi insanlığın veya mazlumların son sığınağı olarak görüyordu kendisini Osmanlı. Bunu, Sultan V. Mehmed Reşad’ın orduya beyannamesinden daha etraflı hiçbir metin anlatamaz sanıyorum. Balkan Savaşına göndereceği askerlerinden, savaş meydanındaki başarıdan önce neyi istiyordu, biliyor musunuz? Osmanlılığın faziletini dünyaya bir kere daha göstermelerini. Tahsin Ünal’ın kitabının ismiyle söylersek bu bir ‘fazilet mücadelesi’ydi.

Bu fazilet mücadelesidir ki market raflarına dizilmiş modern değerleri yakıp kavuran bir yangına dönüşürse kurtuluşa müncer olur.

Ah o kutlu yangın! Ne yapar, ederiz de seni yeniden başlatabiliriz?

Davamız budur.

1850 yılında basılan Tanzimat madalyasında azgın dalgalara direnen al bayraklı ve minareli Osmanlı kalesi.