Anlaşıldığı üzere kapladığımız yerin hesabı metre kare ile değil insanın malik olduğu erdemli bir fikriyatın savunucusu ve şerefli bir mefkûrenin aksiyoneri olmak adına kendi varoluşu ile tatmin olmamış var etme gayesinde bir yaşamın aktörleri olarak mevzilenmesidir.
"Ben" den sıyrılıp biz olmanın şuuru ile yalnız kendi ferdî varlığımızın selametini esas mesele kılmayıp yaşadığımız toplumda ulaşabildiğimiz herkesin selamete ermesini dert edinip bu uğurda bir say-ü gayret gösterme bilinci ile mücahede içerisinde olmamız yüklediğimiz emanetin bir gereğidir. Nitekim Efendimizin (sav) açıktan tebliğ ile vazifelendirilmesi de "Önce en yakın akrabanı uyar" (Şuara 214) ayeti ile başlamıştır. Buradaki "akraba" arapça krb(karib) kökünden olup yakın demektir. Akrabadan kasıt sadece aramızda kan bağı bulunan sıla-i rahimle mükellef olduğumuz akraba değil en yakın olduğumuzdur. Kapı komşumuzdan otobüste seyahat ederken yanımızda oturan kişiye kadar bize yakınlık kesmeden herkestir. Elbette ki öncelikli olan ikaz etme görevi daima bir muamele içerisinde bulunmamızın daha kolay ve sürdürülebilir olduğu aramızda kan bağı bulunan akrabalarımızın tabiri caizse ehlimizin olması daha muhtemeldir.
Kişi var olduğu sürece hatta ömrü vefa ettikten sonra bile bıraktığı hoş sâdânın yankısının devam etmesini arzu ediyorsa kendi tekamülünü tamamlamasının yanı sıra nesillere taşacak miras bırakması da istilzam eder.
Bu da ancak kişinin önce zihni kalkınma sağlayabilmesi ile mümkündür. Zihni kalkınma sağlayabilmenin yolu da terakkinin temini ile vuku bulacaktır. Cemil Meriç "Mağaradakiler "kitabında Terakki ile ilgili "terakkinin iki yönü var; fertlerin vücutça, ahlakça, zihince gelişmesi ve sosyal müesseselerde hakkın ve hakikatin gerçekleşmesi. Ne ferdiyetçilik ne sosyalizm ikisi arasında tam bir denge " şeklinde tarif etmektedir. Aslında bir anlamda bu denge kişinin dünyevi cihetiyle uhrevi cihetinin birbirine bakan iki yüzünün hem birbiri ile mündemiç hem birbirine ayrıksı görünen mefhumların oluşturduğu muvazenedir.
Bizim bugün akıllarımıza mıh gibi kazınan, gönüllerimizi fethetmiş olan, her anlamda bizlere önder ve örnek olan Gazalilerimiz, Fuzulilerimiz Yunus Emre'lerimiz şeyh galiplerimiz Fatih mehmet'lerimiz Selahattin eyyübilerimiz var ise bu onların dünyayı değiştirme cehdine sahip olmalarından ötürüdür. Denir ki ölmüş birini anarsanız kişinin ruhu anıldığı yere intikal eder. Yani biz bunu direkt bir ruhun bulunma hali olarak düşünmeyecek olsak bile andığımız kişinin manevi mirasıyla lütuflanışımız o kişiyle ister istemez ünsiyet peyda edecektir. Bunun illaki fiziksel bir birliktelik olması şart değil mana itibariyle bir ülfet söz konusu olabilecektir.
Tam da burada Yunus Emre'nin "Yunus öldü deyu sâla verirler. / Ölen hayvan imiş aşıklar ölmez" deyişi ile ölümsüz olabilmenin yolunun aşık olmaktan geçtiğini, aşıklığın da insandaki muhabbetin güzel ahlakla tebellür etmesi ile tezahür edeceğini anlatır. Bundan önce de "Aşkın pazarında canlar satılır./ Satarım canımı alan bulunmaz. "Diyerek insanda asıl kıymete medar olanın can yani ten olmadığı insandaki canın ikisi istemesi dahi bir varlık sınırına tabi olduğu bir sonu olduğu gerçeği dile getirilmiştir.
Ne var ki bedenimizin varlığını sürdürme kuvvetine malum olmasak da ruhlarımızın nice çağlara ulaştırmak mümkündür. Yaktığımız meşalenin alevleri her devirdeki karanlığı aydınlığa kavuşturacak kuvvette yanmalı böylece kişi fani ömrünün sınırına varoluşunun sıkışmışlığını aşkın bir varoluşu ile mevcutiyetinin daima diri tutma ve kuşaklara aktarma çabasını tahakkuk etmelidir.