“Ağzı olan konuşuyor.” Herkes nasıl olur da bir açık bulurum diye hep konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor. Mütemadiyen konuşuyor. Ancak şimdilerde yüz yüze konuşmaktan ziyade telefonla konuşuyor insanlar. Kablosuz kulaklığını kulağına takan yolda sokakta, metrobüste, metroda, orada burada her yerde konuşuyor; konuşuyor konuşmasına da yanı başındakilerle konuşamıyor, konuşamıyor, konuşamıyor. Her gün yüz yüze olduğu, selam verir gibi yaptığı insanlarla konuşamıyor sanki?
Konuşmak önemli ve elzem bir ihtiyaçtır. Ama hangi konuşma? Bütün mesele bu, insanı rahatlatmayan, insana yol göstermeyen, yeni ufuklar açmayan ve dedikodudan öteye gitmeyen konuşmalar faydadan ziyade hem konuşana hem muhataba zarar verecektir. Zor olan az ve öz konuşmaktır.
Çok konuşmanın kime faydası var ki?
Daha zor olanı da hem az hem de etkili ve tesir edici konuşmalar yapabilmektir. Telefonlardaki konuşmalar genelde iki kişinin; üçüncü ve beşinci kişileri eleştirdiği pek de işe yaramayan sıradan cümlelerdir. Bir nevi; konuşanların mevzusuzluktan ne yapacağını şaşırdığı zoraki dedikodulardır ya da iletişim için sıradan bahanelerdir.
Etme, eyleme önce kendini masaya hem de vicdan masasına koy ve olabildiğince kendini kendine anlat. Bütün açıklığı ile başkasını eleştireceğine kendini eleştir ki hamlık yerine olgunluk gelsin. Sözün özü odur ki, hata denizine kova kova su eklemeyi bırak. Kendinle hesaplaş ki olgunlaşma yolunda sağlam bir adım atmış olasın.
Şu sözlere kulak verin, gönül verin ve uygulama gayretinde olun.
· "Çok konuşmak dili kaydırıp şaşırtır, dostları usandırır." (Hz. Osman)
· "Çok konuşma, boş konuşma, kem konuşma." (Şeyh Edebali)
· “Konuşmak ihtiyaç olabilir fakat susmak bir sanattır.”
Hani vardır ya hepimizin duyduğu “Kalabalıklar içindeki yalnız insan” cümlesi. Bu sözün tam da vücut bulduğu, ete kemiğe büründüğü zamanları yaşıyoruz. Herkes bir şey söylüyor hangisine uyalım? Kimi dikkate alalım?
“Üzülüyorsun, takma diyorlar.
Kızıyorsun, değmez diyorlar.
Boş veriyorsun; gamsız diyorlar.
Susuyorsun, iki çift laf et diyorlar.
Konuşuyorsun, muhatap olma diyorlar.
Çekip gidiyorsun, mücadele et diyorlar.
Alttan alıyorsun, tepene çıkardın diyorlar.
Bağırıyorsun, sakin ol diyorlar.
Aklı başında davranıyorsun, bu kadar uslu olunmaz diyorlar.
Dikine gidiyorsun, yaşına başına yakışmaz diyorlar.
Ölünce ne diyecekler?
Muhtemelen; Ölüm sana yakışmadı.
Normal tabii, dirimizi beğenmediler ki ölümüzü beğensinler.” (Alıntıdır)
Hey sen!
Kendinden başka herkesi kıyasıya eleştiriyorsun. Başkasının her hareketini, her sözünü dikkatle inceleyip bulduğun bir kusuru ortalığa saçıyorsun; sanki o eleştirdiğin kişi mükemmel olmak zorundaymış gibi uzun uzun gereksiz izahlar, dedikodular yapıyorsun.
Ama bilmiyorsun ki, mükemmel olmak öyle kolay bir şey değildir. Hata yapmak, yanılmak, öğrenmek, büyümek, yaşamın bir parçasıdır. İnsanlar unutuyorlar ki, birbirimizi eleştirirken aslında kendimize de eleştiri yapıyoruz. Kendi kusurlarımızı görmek yerine, başkalarınınkine odaklanarak kendimizi avutuyoruz.
Oysa gerçek olgunluk, içsel bir hesaplaşma ve gelişim sürecidir. Dön ve kendine bak. Ölüm döşeğindeki ihtiyarı biliyorsunuz. Dünyayı değiştirmeye niyet etmiş, sonra ülkesini, bölgesini, şehrini, mahallesini derken ailesini bile değiştirememiş de keşke kendimi değiştirerek işe başlasaydım demiş. Bu bilgi ortada dururken biz de başkasını eleştirmeye devam eder dururuz. Bu ne yaman çelişkidir!
Herkesin içinde bir çekişme var gibi. Dışarıda olmamız gereken kişiyle içimizdeki ses arasında bir savaş. Kimi zaman susmayı seçiyoruz, kimi zaman ise feryat ediyoruz. Ancak ne dersek diyelim, kimi insanlar için asla yeterli olmayacağız. Çünkü onların beklentileri, kendi iç savaşlarının yansıması. Kısacası her ne yaparsak yapalım birileri mutlaka bir kulp bulacaktır, bulabilir. Biz ona, buna, öteye beriye takılmadan kendi hedeflerimize yönelmeliyiz.
Özellikle de pandemi sonrası insanı; o kalabalıklar içinde yalnızlık duygusunu, adeta kara bir gölge gibi hep yanında hissediyor. Sadece Japonlar değil biz de yalnızlaşıyor ve sanal eğlencelerle mutluymuşuz gibi görünmeye gayret ediyoruz. Gayret dediğime bakmayın aslında kendi geleceğimize sıkıyoruz. Belki de bu yüzden, sessizlik bazen en güçlü cevaptır.
Susmak, kelimelerin yetersiz kaldığı anlarda en güçlü ifadedir. Belki de sessizlikte, kendi iç sesimizi daha net duyarız. Belki de sessizlikte, gerçek benliğimizi buluruz. Demem o ki herkese, her konuya iş arkadaşına, yol arkadaşına söz söylemeyi ve onları gereksizce eleştirmeyi bırak. Sus ve suskunluğun kulakları tırmalayan çığlığını dinle. Dinle ki iç huzuru yakalayasın!
Hayat, zaman zaman durgunluklarla dolu bir deniz gibidir. Sessizlik, bu denizin yüzeyindeki dalgalanmaları yatıştırır. İç huzurun kaynağıdır. Belki de bu yüzden, sessizliğin derinliğinde kendimizi buluruz. Kendi iç sesimizin rehberliğinde, doğru yolu buluruz. Tabi boş konuşmaktan, dedikodudan bu sessizliğe zaman ayırabilirsek!
Öyleyse belki de sustuğumuzda asıl konuşmamız gereken şeyi duyarız. Kendimizle olan konuşmamızı. İçimizdeki sesi dinleriz ve gerçek benliğimizi, hatalarımızı, kalp kırıklıklarını, kırdığımızı, çizdiğimizi buluruz. Ve belki de o zaman, dışarıdaki gürültünün, içimizdeki sessizliği bozmasına izin vermeyiz. Çünkü sessizlik, en derin ve en içten konuşmadır. Evet, içten konuşabilecek olanlar, aynayı kendisine çevirenler beri gelsin!
…
“Üstüme iyilik sağlık şu komşunun yaptığına bak!”
“Bizim iş yerinde biri var, düşman görmesin türünden biri.”
Oldu mu şimdi?
“Aynayı kendimize tutalım demiştik, yine komşuyu, iş arkadaşını masaya yatırdık ve ölümünü bekliyoruz.”
Bu hiç olmadı işte!