Bitkin düşmüştü Fazıl dede. Aşırı gezmekten yorulan fersiz bacakları ihtiyar bedenini taşımıyordu artık. Para ödemek için girdiği kuyrukta alışveriş arabasıyla beklerken iyice takati kesildi ve yan tarafındaki salça kolilerinin üzerine yığıldı kaldı. 'Artık alışverişde bize göre değil' diye söylendi kendi kendine. Ödeme sırası gelince malları bilgisayarlı bantın üzerine yerleştirdi. Kasadaki hamm bütün eşyaları ayrı ayrı bilgisayardan geçirirken ikaz etti: 'Malları bantın diğer ucundan arabanıza yerleştirebilirsiniz. ' Yeniden harekete geçti ve binbir güçlükle taşıdığı malları arabaya doldurmaya başladı. Görevli bayan işini bitirmişti: 'Beyefendi, toplam elli üçlira dörtyüz kuruş, biraz acele edin lütfen.' Son birkaçparçayı arabaya yerleştirmek için çırpınan Fazıl dede, rakamıduyunca olduğu yerde kalakaldı, yorgun dizleri üzerinde sendeledi, kaynar sular dökülmüş gibi sıcak terler boşandı vücudundan. Çekingen bir edayla: 'Kızım hesap edememişim, üzerimde o kadar para da yok. Sonra ödesem olmaz mı?' diye sordu. Görevli bayan asık bir suratla çıkıştı: 'Niye sormadan alıyorsunuz efendim?' Fazıl dede, İstanbul a ün salan grosmarkete geldiğine de geleceğine de pişman olmuştu. Para yetişmediğinden geri alınan birkaçparça malı yerleştirmek için tek tek yeniden dolaştı koca marketi.
İçinde dikiş iğnesinden otomobile, bilgisayardan maydanoza kadar herşeyin satıldığı bu zamane hipermarketinde yaşadıkları Fazıl dedeyi yine eski günlere götürdü. Hatıraları yeniden canlandı hayalinde. Şimdiki yaşadıklarıyla kıyaslayınca maziye olan özlemi yeniden depreşti, buram buram sardı benliğini.
Eskiden böyle miydi? Yiyecek, içecek, temizlik gibi zaruri ihtiyaçlar bakkaldan giderilirdi. Her yönüyle mahalleyle bütünleşmiş mekanlardı bakkallar. Girdiğinizde sizi güleryüzle karşılayıp hal hatır soran bakkal, müşterilerinin bütün sevinçlerine ve kederlerine ortak olurdu. Paranız olmadığında malınızı geri koymak şöyle dursun üzerine borçpara bile alabilirdiniz. Toplam tutarın küsüratını almak ayıp sayılırdı. Para çıkışmadığında gösterilen alışılmış bir tepki vardı 'Canın sağalsun'. Yoğurt kiloyla satılırdı. Evden getirilen kaplarla istenildiği kadar yoğurt  bakkalın titreyen, hassas elleriyle tartılırdı. Hatta tartılan şeyin daha ağır gelmesine özen gösterilirdi. Şimdiki gibi bir kiloluk gibi gösterilip dokuz yüz gramlık pet ambalajlara hapsediten mamüller yoktu o zamanlar. 
Eski zaman bakkallarında içindeki maldan daha pahalı yaldızlı ambalajlar da yoktu. Ama sevgi vardı, dostluk vardı, güven vardı. Satılan herşey muhabbet ambalajıyla sarılır, bir demet dağ çiçeği gibi sunulurdu müşterilere. Çünkü müşterilerin herbiri birer dosttu, komşuydu, arkadaştı, bacıydı, ablaydı, kardeşti, ağabeydi...Henüz ithal edilmemiş olan sayınlar, baylar, bayanlar güvensizliğin ve sevgisizliğin ifadesi sayılırdı. Hülasa, beşeri boyutun sırrına ve künhüne ermiş bir ilişkiler yumağı vardı. Bir eski zaman bakkalını yeniden tasavvur etmemizi çıkmaza sokan noktayı imkansız kılan aslında, sebatla hırs, kaaatla tamah, zarafetle vahşet arasındaki uçurumda aramalıyız.
Eski bakkalların duvarlarını süsleyen 'Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir' levhalarının yerini 'veresiye satan, peşin satan' resimlerinin almasıyla hırsa kapılan insanımız tamahının peşinde koşmaya başladı. Sanayi inkılabının üretim şeridinden fırlamış ruhsuz pet ambalajlı mamülleri ile birlikte insanlar da, bakkallar da değişti. Önce market oldu bakkallar, süper sıfatı henüz takılmıştı ki arkasından groslar geldi, en sonunda da hipermarkette karar kıldılar.
İnsanlar çoğu kere yakın oluşundan, bazen burun direklerini sızlatan bazen de göz pınarlarını coşturan bir nostalji hissinin dayanılmaz baskısından ötürü soyu tükenmekte olan bakkallardan alış veriş yapsalar da parası bol olanların tercihi artık hipermarketler.
Tüketim toplumunun devasa mekanları olan hipermarketler karşısında bizim sevimli bakkallarımızın kelaynak akıbetine düçar olmalarının sebebi maalesef  yine insan kanaatini yitirmiş, gözünü tamah bürümüş insan.