SORU: Türkiye`deki çeviri faaliyetleri hakkında düşünceleriniz nelerdir?
CEVAP: Harika çeviriler de var. Mesela Azra Erhan. Çeviri, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile gelişti. Çeviri eserler kütüphanesi kurdu. Ben bazı çeviri kitaplar alıyorum. Hatalar var. İki hata oluyor. Birincisi Türkçe`nin kendi hatası. İkincisi de çeviri yapılan yabancı dile hâkim olamamaktan kaynaklanıyor. İngilizceden yâda Fransızcadan çeviri yapıyorsa bu dilleri çok iyi bilmeden yapıyor. Bir kere Fransızcadan yapıyorsa Fransızcayı çok çok iyi bilecek. Fakat çok daha da iyi Türkçeyi bilecek. Çünkü o Fransız yazar Fransızcayı çok iyi bildiği için o kıvrak dili, üslubu ortaya koydu. Sende onu çok iyi bileceksin fakat o kıvraklığı Türkçede yansıtmak için Türkçeyi de çok iyi bileceksin. O bakımdan bu çok güncel bir konu.  Galiba dün televizyonda da bundan bahsediyordu. Avrupa`da 20-25 ülke olacak ya her ülkede bunların her birinin raporlarını, şunları- bunları o dile çevirip oraya gönderen ve çevirilerini de Türklere sunan Avrupa Birliği Çevirmenler Grubu olacakmış. Bunların çok harika çevirmenler olması lazım. Yani oradan çok iyi şeyler beklenebilir. 
Burada bir şey daha eklemek istiyorum. Etiket konusundan bahsetmiş miydim? Hayır. Yani ben şimdiye kadar bahsederken yok işte ben genel müdürdüm, Amerika`da doktoramı yaptım, Türk beyin takımı kaptanıyım diye etikteler kullanıyorum. Genel müdür ve doktor olabilirim ama neticede bir insanım. Ki zaten onu öğretiyor Castaneda`nın öğretileri. Ben mesleki olarak çevirmen değilim. Çalışayım, para kazanayım ve çocuğumu geçindireyim. Öyle değil. Benim çevirme olayım çok âşık olduğum bir şey önce kendimi çok iyi anlamak sonra da başkalarına sunmak, paylaşmak amacıyla. Ama ben kitapta yazıyorum. Sözlük te yazdım. Türk dilinin uyak sözlüğünü yazdım. Şimdi ben bu bakımdan çevirmen, bu bakımdan yazar, bu bakımdan şairim. Ama ben bu etiketlerden hoşlanmıyorum. Bu hususu da vurgulamayı gerekli buldum.
SORU: Siz Türk beyin Takımı`nın da kaptanısınız aynı zamanda. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
CEVAP: Türk Beyin Takımı`nın kaptanıyım. 1992 yılında beyin olimpiyatlarını başlattık ve bir federasyon kurduk. Bende kurucu üyesiyim. Türkiye resmi temsilcisiyim. Şimdiye kadar her yıl bir ülkeye götürdük. Her yıl dörder takım seçtik. Bütün ülkeleri 1998`de Türkiye`ye davet ettim. Hatta 1996`da beyincilerimiz dünya üçüncüsü oldu. 
Bana göre hedefe ulaşmak gibi bir şey yoktur. Hayat bir süreçtir. Bunun başı sonu yoktur. Bu devam ediyor. Her zaman daha ileriye doğru gidilebilir. Kaliteye çok meraklıyım ve her zaman daha kaliteli ve başarılı konumlara geçmek isterim. Dünya ile Türkiye`nin durumu hakkında salt bir karşılaştırma yapmak çok yanlış olur. Bunu şuna benzetiyorum: IQ testindeki x ulustaki varlıklı ailelerin çocuklarını Robert Koleji`ne veriyorlar. Sonra aynı testi aynı yaştaki Erzurum`un bir dağ köyündeki keçi otlatan çocuklara veriyorlar. Ve onlar hep sınıfta kalırlar. Çünkü IQ` ları düşüktür. Hâlbuki IQ biz doğduğumuz zaman genlerimizdedir. Şimdi biz x ülkesindeki çocukları alalım ve Erzurum`un dağ köyüne gidelim. Keçileri birlikte otlatalım. X ülkesinin çocukları o keçilerden çoğunu kaybeder. Yabani otu bilmezler zehirlenirler, hastalanırlar ve sonra onları hastanelere götürürüz. Öbür çocuklarda turp gibi yatmış uyuyorlardır. Sabah kalkarlar yine giderler keçileri otlatmaya. E şimdi hangisi daha zeki acaba? Yani koşullar farklı olduğu için iki değişik koşuldaki olayı yan yana getiremeyiz. 
Ben kadınlara çok önem veriyorum. Bence kadınlar çok zekidir. Türk beyin takımına şimdiye kadar her yıl dört kişi seçildi. Hepsi de erkekti. İki yıl Boğaziçi Ü niversitesi`nden gençbir kadın katıldı. Zeki olsalar kazanırlardı diyorlar ama bu yanlış. Neden yanlış? Kızları okullara gönderme açısından en geri ülkeleri sıralamışlar. Suriye ve İran`dan sonra geliyoruz. E şimdi sen kızını okula gönderme, ona kitap alma, bilgisayar alma, nasılsa evlenip gideceksin diye yaklaşım sergile; Hatta bazı ülkelerde cinsiyetin kız olduğunu öğrenince anne karnında iken aldırıyorlarmış çocukları. Kaççocuğun var diyorsun. Ü çoğlum var diyor. Peki kızın? E dört tane de kızım var diyor. Kızları önemsemiyor. Bu ortamda kızların genindeki zekâ potansiyeli gelişir mi? Çünkü gelişmesi için ortam lazım. Erkeklere bile verilmiyor ama erkeklerde kızlara nazaran daha çok ortam hazırlanıyor. Don Juan`ın kadın çömezleri de var. Onlarda öbür kitapları yazdı, çıkardı. Kadın çömezlerinden biri de Don Juan ile enerji çalışmaları yapmışlar. Orada çok önemli bir bilgi veriyor.
SORU: Pratik çalışmalarınızdaki farklılıklar nelerdir?
CEVAP: Geştaltçı yaklaşım kesinlikle Don Juan`ın öğretilerine paralel. Şöyle bir örnek vereyim: Başlarken konferans, beden, beyin dedim. Şimdi ne yazık ki çağdaş inşalar hayatı kutu kutu görüyorlar. Yani beyin bir bilgisayar olarak çok harika bir alet değil mi? Bilgisayarda harika, beynimizde harika. Fakat her şeyi beyinle değerlendirmeye çalışıyorlar. Aşkı da, her şeyi de. E senin ruhun ve bedenin de var. Yemek, içmek, planlar, zevkler, eğitimler; Yani bu öğretilerde bütünsellik, topyekû n organizma söz konusu. Ne yazık ki çağdaş kültürde sadece beyinsel etkinlikler, sözcükler, düşünceler, bilim gibi şeyler var ama bedensel farkındalık diye bir şey yok. Çocuk farkındalıklı doğuyor bir süre sonra robotlaşıyorlar. Bu nedenle biz burada yeniden eski canlı doğuştaki özgün hallerine getirmek için birtakım bedensel farkındalıklarını oluşturmaya çalışıyoruz. Özet olarak bütünselci yaklaşımda sadece beyinsel, entelektüel etkinlikler değil topyekû n enerji, bedensel, çevresel ve zihinsel enerjinin tümü ele alınır. 
SORU: Çalışmaların sonucunda değişim oluyor mu? Gözlemleriniz nelerdir?
CEVAP: Zen ve Don Juan çalışmalarını bitirdikten ve Geştaltçı yaklaşımı benimsedikten sonra insan değişiyor. Ben sabahleyin buraya gelirken bir planla gelmiyorum. Hâlbuki bütün çağdaş insanın planı olur. Ama bu benim planım olmadığı anlamına gelmez. Zen`de şöyle bir şey var: Kapı açılıyor, adam oturuyor orada. O düşüncelerini, sözcüklerini ve beynini kapatabilen bir insan. Böyle bakıyor hayata. Onu görünce aptal bir insan dersin. Hâlbuki o bedeniyle ve kendi diliyle çevreyi algılıyor. Biz ise kendi kafalarımızla. Ben sana bakıyorum ama düşündüklerimi güya içimden söyleyeceğim. Seni algılamam ve öğrenmem lazım değil mi? Hâlbuki bak, ben seni tanıyorum. Hiçbir yere bakmıyorum. Onun için işte bu Zen ustaları burada oturduğu zaman diyelim ki içeri siz girdiniz. O hiçbir hesap-kitap yapmaz. Sizi o algısıyla algılar. Çağdaş insanlar beyinleriyle algılarlar. Beyinleriyle algılayınca ne yapıyorlar. Değerlendiriyorlar. Bu işe yarar mı yaramaz mı diye. İyi yâda kötü çağdaş yaşam böyledir. Ve çağdaş yaşamda bir başarısızlık olursa ne yaparlar. Beyinlerine kurşun sıkarlar ve kendilerini yok ederler. Ama romantik kültürlerde asıl olan yürektir. Orada duygular hâkimdir. Sevgili yüreğini verir. Fakat sevgilisi onu aldatırsa o da yüreğine hançer saplar. Japonya`da samuraylar vardır. Samuraylar bir uğursuzluk durumda kendisini öldürecek ne yapar. Harakiri yapar. Yani karnına kılıçbatırır. 
Ben inşaları ikiye ayırıyorum. Birincisi bebekler, sanatkârlar ve kendini bulmuş olanlar. Diğeri de ilkel insanlar yerliler, Kızılderililer. Fakat bunların havaları algılamaya açıktır. Sokakta gördüğün herkesin, devlet adamı vs. falan hepsinde kapalıdır. Belli oranda tabi. Gençlerin biraz daha açıktır. Şimdi ben zen ustası olarak burada oturuyorum. Siz geliyorsunuz. Ben size hesap-kitap yapmıyorum. Sizi algılıyorum ben. Bakıyorum işte. Havam bana bir şey hissettiriyor ve ben böyle size doğru yaklaşıyorum. Hoşuma gidiyor. Böyle oturup konuşuyoruz. İşte bunu hava yapıyor. Bir planla yapılmış bir şey değil. Bunun tersi de olabilir. Diyelim sizler uyuz kişilersiniz. Ben sizden hiçhoşlanmadım. Vaktimi de alıyorsunuz benim. Havadan gelen mesajla kötü duyar. Yani anlatabiliyor muyum? Bu uyarı, herkes bu tür algılamaya kavuşur. O zaman sen aynen ağaçgibi, yerdeki karınca gibi algılayabilen veya bir bebek gibi yalın olarak algılayabilen ve paylaşabilen bir insan olursun. İşte bu şeylerin, terapilerin Don Juan`ın öğretilerinin amacı doğrultusunda bir insan olursun. 
Böyle bir insan savaşçıdır. 
Bilgi adamıdır.