'Muvakkithane' ve 'Muvakkathane'

Abone Ol

Bir Ramazan akşamı, Bezm-i Âlem Valide Sultan Camii’nin avlusunda yaptığımız iftar programı sona erince bizi orucumuzu açmak için tarihi bir mekâna davet ettiler. Bildiğim ve gördüğüm kadarıyla burası bir 'Muvakkithane'ydi. Yemek esnasında, bu zarif Osmanlı eseri hakkında benden bilgi istendiği için 'Muvakkithane' hakkındaki malumatımı arz ettim.

Efendim, Muvakkit, kısaca vakitle alakalı işlere bakan, saatleri ayarlayan kimse demek olup, daha çok namaz vakitleriyle ilgilenen görevli için kullanılır. Bu şahsın vazifesini yaptığı, âletlerini yerleştirdiği, genellikle küçük kubbeli tarihi yapılara da muvakkithane deniliyor. Ecdadımızın yaptırdığı mabetlerin, özellikle selatin camilerinin hemen yanı başında bir de muvakkithane bulunuyor. Muvakkithanelere bugün ihtiyaçkalmadığından ya başka bir hizmet için kullanılıyor veya boş tutuluyor.

İstanbul Tarihçisi ve Belediye Mektupçusu merhum Osman Nuri Ergin, 'Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi' isimli eserinde, bu kelime hakkında şu kısa bilgileri veriyor: 'İmaret parçaları arasında ve imaretin bir köşesinde küçük bir yer işgal eden, dolayısıyla önemsiz görünen bu müessese vaktin belirlenmesinde ve bunlara mahsus aletlerin ayarına ve tamirine yaradığı gibi aynı zamanda nücum ve felekiyat denilen astronomi ilminin tahsiline ve ilerlemesine vasıta olmuştur. Bunlara eski devirlerin birer uygulamalı astronomi mektepleri, ufak ölçüde birer rasathane denilse hata edilmiş olmaz.'

Bu vesileyle belirtmek isterim ki, ayda, güneşte, gökyüzünün kandilleri olan yıldızlar da insanlara vakitlerini bildirdikleri ve görevlerini hiçbir zaman aksatmadıkları için onlar da bir bakıma muvakkittirler. Nitekim namaz vakitlerini güneşin hareketlerine göre ayarladığımız gibi, Ramazan orucuna da yeni ayın doğuşuyla başlıyoruz. Haccında, kurbanında, hatta bazı nafile ibadetlerin de kendilerine mahsus vakitlerinin olduğunu biliyoruz. Ayrıca namaz vakti, yemek vakti, ders vakti, uyku vakti ve benzeri sözleri sık sık telaffuz ediyoruz.

İşte bu kadar önemli olması dolayısıyla 'vakit, nakittir' diyoruz. Hatta vakit, nakitten de değerlidir diye bir de ilavede bulunuyoruz. Gerek bazı ayet-i kerimeler, gerekse bir takım hadis-i şeriflerle vaktin ne büyük bir sermaye olduğu, dile getiriliyor, vaktini boşa geçirenlerin ise tam bir hüsrana uğrayacakları sık sık vurgulanıyor. Asr Suresi’nin son derece geniş ve ibret dolu anlamını tefsirler açıklaya açıklaya bitiremiyorlar. Bu duruma göre, değerli insan kimdir sorusunu, vaktini değerlendiren kimsedir diye cevaplandırmak gerekiyor. İyi düşünüldüğü zaman, 'boş vakitlerimde (!) kitap okuyorum' diyen adamın boş konuştuğu derhal anlaşılıyor. Bilmem ki söylemeye gerek var mı, hoş adamın boş vakti olmadığı gibi, konuşmalarında da nahoş sözlere yer vermez. Hoşça vakit geçirmek istiyorsanız hoşsohbet zatların cazibe alanına girmeniz icab ediyor.

Hoşça bak zâtına, kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dî de-i ekvân olan âdemsin sen diyen şair, buna dair en güzel sözü söylüyor.

Türkçemizde vakitle ilgili o kadar fazla deyim, vecize, atasözü, şiir kelam-ı kibar var ki bunların hepsini sıralamak için birkaçcilt kitap yazmak gerekiyor.

Buna sadece iki örnek vermek için mesela 'ebu’l-vakt' ile 'ibnü’l-vakt' sözlerini kısaca açıklamak icab eder.

Ebu’l-Vakt, vaktin babası anlamına gelmekte olup, zamanın etkisi altında kalmayan, zamanın gerektirdiği gibi şekilden şekle girmeyen, doğru bildiğinden şaşmayan ve prensip sahibi olan kimseler için kullanılır. İbnü’l-vakt ise, zamanın şartlarına uyan, mizaca ve duruma göre konuşan kimse demektir.

'Muvakkit' kelimesine çok benzeyen 'muvakkat' sözü de yine vakitle, zamanla ilgili olup geçici, süreli anlamına gelmektedir. 'Muvakkithane'nin ne manaya geldiğini yukarıda anlatmaya çalıştım. 'Muvakkathane'ye gelince, bu söz pratik hayatta pek kullanılmıyorsa da mana itibariyle doğrudur. Mesela koskoca dünyamız bir muvakkathane olup Allah gelip geçici mahlukatı için süreli bir hane olarak yaratmıştır. Süresiz hayat, ahiret hayatıdır. İşte bundan dolayı dünyanın bir adı da 'Misafirhane' dir. Misafirlik üçgünden ibarettir. Şair Halil Nihat Boztepe, bakınız ne güzel söylüyor:

Bir misafirhânedir dünyayı dûn

Anda bir kâşânede, virânede

Bî devâvübî bedel gafletteyim

Hâne yaptırdım misafirhânede!

Hoş bir fıkra olduğu için nakledeyim. Eski hükümdarlardan biri, bir suçluya müebbet hapis cezası vermiş. Huzura çıkarılan mâhkum dayanamıyor ve tabii ki cezayı çok görüp, 'Aşk olsun padişahım! Hiçmuvakkat (geçici) dünyada, müebbed (ebedi) hapis olur mu' diye sormuş. Ve bu sözden hoşlanan hükümdar mahkûmu affetmiş.

Allah’a şükür, bizde mebzul miktarda fıkra, latife, menkıbe bulunuyor. Öyleyse konuyla ilgili bir örnek daha vereyim:

Yine eski padişahlardan biri, ihtişamıyla göz kamaştıran muazzam bir saray yaptırmış. Devrin erenlerinden muhterem bir zata ricada bulunmuş, lütfen şu sarayı bir güzel gezip intibalarını bana söyle demiş. O zat, sarayın her tarafını dolaşmış. Sıra, padişahın nasıl buldunuz sorusuna gelince şu ibretli cevabı vermiş:

-Padişahım! Hakikaten muhteşem olmuş. Her şey yerli yerine konulmuş. Lakin bir kusuru var. Padişah merak edip, neymiş o kusur diye sorunca mübarek zat:

- Bekası yok, cevabını vermiş.

Sizin de bildiğiniz gibi 'beka' devamlılık anlamına geliyor, 'fena' ise 'beka'nın zıddı olup faniliği ifade ediyor.

Lugat, 'beka'yı, bakilik, ebedilik diye tanımlıyor, bir de Mehmet Âkif’ten şöyle bir örnek veriyor:

Bekayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir

Çalış çalış ki, beka sa’y olursa hak edilir.

Aynı sözlük, 'fena' için de geçici, fani, sonu olan deyip Kıvami’nin şu beytini naklediyor:

Dünya sarayına sakın aldanma kim budâr

Bir dâr imiş ki, âkıbet işi fenâyimiş.

İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri, Hac Suresi’ni tefsir ederken, konumuzla ilgili olarak şöyle bir nakilde bulunuyor:

'Rivayet edilir ki bir âbid, Hz. Süleyman’ı hükümdarlık içinde gördü. Kendisine: Ey Davud’un oğlu! Allah sana büyük bir mülk vermiş dedi. Süleyman Aleyhisselam ise şu cevabı verdi: Bir tesbih, Süleyman’ın içinde bulunduğu bu mülkten daha hayırlıdır. Çünkü tesbih kalıcıdır. Süleyman’ın mülkü ise fanidir. dedi.

Eşyanın, daha doğrusu bütün mevcudatın üzerinde her an kendini gösteren 'fena' damgası, biz fanilere önemli bir mesaj verip ikazda bulunuyor. Zahire bakıp aldanma, gerçek hayat ebedi hayattır diyor. Durum böyle olunca bu dünyayı münbit bir bağ ve bahçe görüp uhrevi meyvelerini dermek, mahsullerini görmek için en güzel tohumlarla ekmek icab ediyor. Bunun için de Muhammed’i muhabbeti esas alan muhabbet meclislerine devam etmek, bir zaruret olarak karşımıza çıkıyor.

Sürç-i kalem ettikse afvola, vakitler hayır ola...