Kimliklerimizin iki bileşeni vardır; biri birey olarak kim olduğumuzu ifade eder diğeri ise cinsiyet, yaş, sosyal sınıf, etnik yapı, inanç gibi aidiyet kurduğumuz unsurlara işaret eder. Bireysel ve sosyal aidiyetlerimizi ifade eden kimliklerimizin oluşum sürecinde bireyden topluma, toplumdan bireye doğru akan bir geçişgenlik vardır ve bu etkileşim kesintisiz devam eder.
Kendimizi öteki özerinden tanımlar ve sosyal rollerimizi inşa ederiz. Üst kimliğimiz ise değerlerimiz bünyesinde şekillenir ve bütünü kapayan bir şemsiye işlevi görür. Üst kimliğimiz bizi değerler ekseninde tutar, merhametle buluşturur ve kendimizle barıştırarak farklılıkları müsamaha ile karşılamamızı sağlar. Beslendiğimiz kaynaklardan uzaklaştığımızda ise ışıklar kapanır ve dürtülerimiz üzerindeki kontrolü kaybedip karanlık bir dehlize doğru sürükleniriz. Burası hiçbir hareketin, hiç bir sesin, hiç bir kontrol mekanizmasının olmadığı tehlikeli bir tünel; içinde rekabet, çatışma, ihtiras, kin ve şiddeti barındıran derin bir kuyudur. Burası kendimize yabancılaştığımız bir mecradır.
Beslendiğimiz kaynaklardan uzaklaştığımızda renkler birbirine karışır ve bütünlüğü kaybeder, bölünür ve bize benzemeyenleri ayrıştırmaya, ötekileştirmeye başlarız. Merhametin sürgün edildiği yerdeyizdir ve burada neşesi katledilmiş çocuklar vardır; çocuklar sağırlar ülkesine düşmüştür ve burada seslerini kimseye duyuramazlar. Burada küçük umutlar için kıyılara akan insanlar günün doğacağı anı sabırla beklemektedirler. Fakat yıldızların söndüğü vakittir ve iyiler yorgun, kötüler ise gaflettedir.
Beşeri ilişkilerinizde hak çizgisinden uzaklaşıp, sahip olduğunuz etnik yapının, grubun ya da coğrafyanın üstünlüğünü ileri sürdüğünüzde görme yetinizi kaybeder ve diğerlerini öteki olarak damgalamaya başlarsınız. Bu durum sizin içinizdeki ışığın sönmesine yol açar ve kalbiniz katılaşır, vicdanınız körelir ve nefret duygunuzla hareket etmeye başlarsınız. Merhametin sürgün edildiği alanlara doğru ilerledikçe nefretiniz artar ve ötekileştirdiğiniz insanlara bütün teçhizatlarınızla saldırmaya başlarsınız.
Öteki kötüdür, düşüktür, zayıftır ve köleliği hak etmiştir. Öteki sizin üstünlüğünüzü teyit etmek, boyun eğmek ve zorbalığınıza razı olmak zorundadır. Bu tavrın sadece savaşlara, çatışmalara ve dışlayıcı açıklamalara sebebiyet veren sömürgeci güçler tarafından sergilendiğine inanır kedinizi beri tutarsınız. Oysa bu hastalık size de bulaşmıştır ve farklılıklara karşı şiddet eksenli bir tutum içindesinizdir.
Kökleri tarihin başlangıcına kadar uzanan ötekileştirme, damgalama ve düşmanlaştırma eyleminin bireysel, sosyal ve siyasi tezahürleri vardır. Bu hastalık sadece kapitalist sistemin, sömürgeleştirdiği toplumlara karşı kullandığı bir sopa değildir bu hastalık bugün bizim de etnik yapı, aşiret ve mezhepsel farklılıkları öne sürek birbirimize karşı kullandığımız bir silaha dönüşmüştür. Batı taşıdığı bölücü, parçalayıcı hastalıkları bütün dünyaya bulaştırmıştır, yüce dinimizin kuşatıcı ilkelerinden uzaklaşan Müslümanlar ise bu hastalıklara açık hale gelmiş ve onların ekmeğine yağ sürmüştür. Edward Said Oryantalizm atlı eserinde Batı’nın bu tavrına değinir ve bu zümrelerin kendi çıkarlarına ve gelecek tasavvurlarına uygun bir doğu profili çizdiğini açıklar ve toplumlar üzerinde kurdukları tahakkümü koruyabilmek için de ötekine ihtiyaç duyduklarını belirtir.
Pratikleri genellikle inanç, düşünce ve etnik yapı gibi aidiyetler üzerinden sergilenen ötekileştirme çarpık bir anlayışı ifade eder ve bugün bu anlayış salgın bir hastalık gibi yayılarak etkilerini tüm dünyada hissettiriyor. Sorumluluklarının bilincinde olan şahsiyetler kabuklarına çekildikçe zorba zihniyetlerin cesareti artıyor ve kavramlar silaha dönüşüyor. Biz dava önderlerimizin ve sorumluluk duygusunu kaybetmemiş şahsiyetlerin kuşatıcı, birleştirici ve merhamet eksenli bir toplumun inşası için duvarları yıkıp seslerini tüm dünyaya duyurmalarını istiyoruz. Biz bu sesin coğrafyamızdan yükseleceğine yürekten inanıyoruz.