Bir gazetede 'Terör bakırcıların çekiçsesini de kesti' başlığıyla yayımlanan şöyle bir haber okudum:
'Şanlıurfa’nın unutulmaya yüz tutan, ancak kente gelen ziyaretçilerin gösterdiği ilgi sayesinde ayakta durabilen bakırcı ustaları, son dönemde yaşanan terör olayları sebebiyle zor günler geçiriyor. Bakırcılar ve Kalaycılar Odası Başkanı Mehmet Nur Demirözü, Zaten bakırcılık kaybolmaya yüz tutmuş bir meslek. Çırak bulunmuyor, işler kötü. Bir de buna terör olayları eklenince tamamen zor durumda kaldı’ dedi.
Evet, bakırcılık kaybolmaya yüz tutan, hatta kaybolan bir meslektir. Eskiden birçok şehirde bir de bakırcılar çarşısı vardı. Bakırcılar mesleklerini, çıkardığı ahenkli seslerle adeta bir musiki aletine dönüşen çekiçsayesinde icra ediyorlardı. Gençlik yıllarımda çok duyduğum bu ses, kulaklarımda hoş bir sada gibi hâlâçınlıyor. Memleketim Tokat’ta da böyle bir bakırcılar çarşısı vardı ki, adı 'Sulu Sokak'tı. Biz, Sulu Sokak’tan geçerken su sesi değil, çekiçsesi dinliyorduk. Diğer bir ifadeyle, kulaklarımızı su sesiyle değil, çekiçsesiyle dinlendiriyorduk. Biliyor musunuz, musikili çekiçsesi, insanı en az su sesi, bülbül sesi kadar dinlendiriyor, belki de onlardan daha çok tesir altında bırakıyor.
Kuyumcu Selahaddin’in dükkanından yayılan çekiçseslerinin Hazreti Mevlana’nın hayatında nasıl büyük bir değişiklik yaptığına kısaca temas edeceğim ama müsaadenizle konuyla ilgili birkaçcümle daha söylemek istiyorum. Efendim, kulak terbiyesi yahut hassasiyeti olanlara, çekiçsesleri bile çekidüzen verdiriyor.
Anadolu şehirlerinde olduğu gibi, İstanbul’da da bakırcılar çarşısı bulunuyor.
Osmanlı’nın başşehrindeki bakırcılar çarşısı hem tarih itibariyle çok eskiydi hem de mekân olarak hayli genişti. Kaynakların verdiği bilgiye göre Bizanslılar zamanında Sultanahmet’te, şimdiki Zeynep Sultan Camii’nin bulunduğu yerde bir bakırcılar çarşısı vardı. Fetihten hemen sonra Fatih tarafından İstanbul’da da kuruldu. Fatih Sultan Mehmet Vakfiyesinden anlaşıldığına göre bu çarşıda 45 bakırcı dükkânı mevcuttu. Bakırcılar çarşısı 17. yüzyıldan itibaren Bayezid taraflarına taşındı. Mercan’daki Bakırcılar Çarşısı hâlâbu isimle biliniyor. Bu satırları kaleme alırken aklıma geldi. Bakır hakkında daha ayrıntılı bilgi, Nurettin Rüştü Büngül’ün 'Eski Eserler Ansiklopedisi' isimli kitabında bulunuyor.
Şimdi isterseniz bakırcıyı bakırıyla baş başa bırakıp biraz da kuyumcuyla çekicinden ve bu çekicin çıkardığı çekici sesten kısaca bahsedelim.
Yukarıda adı geçen kuyumcu Selahaddin’in asıl ismi, Selahaddin-i Zerkubi olup Hazreti Mevlana’nın en yakınlarından biriydi.
Ahmed Eflaki’nin 'Ariflerin Menkıbeleri' isimli eserinde anlattığına göre Gönüller Sultanı, bir gün işte bu kuyumcuya ait dükkânın önünden geçerken içeriden gelen ahenkli çekiçseslerini duyup cezbeye kapılıyor ve hemen oracıkta sema etmeye başlıyor.
Manzarayı gören Selahaddin, çekiçaltındaki altının ezilip zayi olacağını bile aklına getirmeden vurma işlemine devam ediyor. Hazret’in tam dükkânın önüne geldiğini gören bahtiyar kuyumcu, işini çıraklarına bırakarak ve onlara, altınlar bozulsa bile siz vurmaya devam edin talimatını vererek, ayrıca ben asıl altınımı buldum, altınım yağma olsun diyerek dükkanından çıkıyor, Hazreti Pir’in yanına geliyor. Mevlânâderhal kendisini, büyük bir muhabbetle kucaklıyor. Saçlarını ve yüzünü öperek birlikte sema etmeye başlıyor. Son Mesnevi hanlardan Şefik Can’dan öğrendiğimize göre, riya zattan dolayı zayıf düşmüş olan Selahaddin, Mevlânâhazretleri ile sonuna kadar sema edemeyeceğini anlayıp özür diliyor. Mevlânâda onu bırakıyor ve öğleden ikindiye kadar sema ediyor. Bu sırada, Divan-ı Kebir’de yer alan ve şu beyitle başlayan gazeli söylüyor:
'Bana bu kuyumcu dükkanından bir mana hazinesi göründü. Ne nurlu suret ne güzellik ne güzellik!'
Kuşlar ve bulutlar gibi aşıktı göğe
Haşmetli kanatlarıyla layıktı göğe;
Dünyaya sema etmek için gelmişti.
Çıktıysa sema etmek için çıktı göğe
Arif Nihat Asya