Paranın ve mülkün anlamını yitirdiği, ulusların ve devletlerin varlığının belirleyici olacağı bir döneme adım atıyoruz. Dünyanın en zengin insanları bile, arkasında bir devlet desteği olmadığında güçsüz kalacak. Devletlerin koruyucu kalkanından mahrum olanlar, tüm servetlerine rağmen küresel sahnede bir hiç olacaklar.
Türkiye, bu dönemin belirsizliğinde kendine sağlam bir yol aramak zorunda. Bölgesel ilişkiler ise zorlu bir yol haritası çiziyor. Rusya ve Suriye, kendi çıkarlarını gözeterek Türkiye'yi çoktan oyun dışı bırakmış olabilirler. İran, kendi sınırlarını güvence altına almak adına Türkiye'yi masada bir pazarlık unsuru olarak görmeye hazır. Sünni Arap devletleriyle de geçmişteki iş birliği hayal kırıklığına dönüşmüş durumda; bölgede Türkiye'yi yalnız bırakabilecek stratejik hareketler gün geçtikçe daha belirgin hale geliyor.
Türkiye’nin doğusundaki gelişmeler de sürekli takip altında. Haberlerde, bölgedeki potansiyel senaryolar üzerine yapılan analizler dikkat çekiyor. Eskiden Genelkurmay’ın ışıkları, darbe dönemlerinde gece boyu yanardı. Bugün ise Türkiye’nin sürekli teyakkuzda olması gereken bir süreçten geçtiği aşikâr. Bölgedeki değişken dinamikler, Türkiye’yi yalnızca askeri değil, diplomatik olarak da uyanık kalmaya zorluyor.
İran ve İsrail arasındaki yıllardır süregelen çatışma, iki ülkenin de güç gösterisine dönüşmüş durumda. Bu çekişme, bir “çingene kavgası” misali kendi içinde ilerlerken, bölgeden geçen her ülkenin bu kavgadan etkilenme riski bulunuyor. Türkiye’nin, bu çekişmenin ortasında kaldığı takdirde zarar görebileceği düşünülerek dikkatli bir politika izlemek zorunda olduğu aşikâr.
Rusya, Ukrayna savaşında yıpranmış olsa da, küresel satranç tahtasında daha büyük hamlelerin peşinde. Asıl hedef Çin gibi görünse de, Ortadoğu’nun hızla istikrara kavuşturulması gerektiği açık. Ancak bu istikrar, diplomatik masalarda yapılacak pazarlıklar ve gizli anlaşmalarla sağlanmaya çalışılıyor. Barzani’nin Türkiye’ye yaptığı son ziyaret de, bu diplomasinin önemli bir parçası olabilir. Bu tür diplomatik girişimler, genellikle savaş öncesi yapılan hazırlıkların habercisi olarak değerlendirilir.
Fakat gözden kaçırılmaması gereken bir başka önemli detay var: Askeri yığınakların yalnızca İsrail çevresinde değil, Yunanistan ve Romanya'da da yoğunlaşması. Bu durum, bölgenin dengelerini tamamen değiştirebilecek bir stratejik hamleye işaret ediyor. Tarih boyunca, dikkatlerin bir yöne çekilip saldırının başka bir yerden geldiğine sıkça şahit olduk. Lübnan’daki son savaşta Hizbullah’ın, ABD ve İngiliz askerlerine karşı verdiği sürpriz direniş bunun bir örneğidir. ABD askerlerinin büyük kayıplar yaşaması, Reagan’ı bu tür müdahalelerden geri çekilmeye zorlamıştı. Şimdi ise Yunanistan’da büyük bir askeri yığınak var; bu da farklı bir hamlenin işareti olabilir.
Tarihsel bir bakış açısıyla, Türkiye’nin bu tür kriz dönemlerinde üstlendiği rol hep aynı olmuştur: Karışıklığı dindiren, düzeni sağlayan bir güç olmak. Alparslan’dan Yavuz Sultan Selim’e kadar, Türkiye’nin bölgesel istikrarı yeniden tesis eden bir aktör olarak sahneye çıkma geleneği, bugünkü dinamiklerde de tekrarlanabilir. Şartlar, Türkiye’yi bir kez daha bu misyona zorluyor gibi görünüyor. Ancak bu kez, durum daha karmaşık ve çok boyutlu bir strateji gerektiriyor.
Türkiye’nin önümüzdeki dönemde nasıl bir yol izleyeceği, uluslararası arenada kendini nasıl konumlandıracağına bağlı olarak şekillenecek. Diplomasi ve stratejik düşünce bu süreçte en önemli silahlar olacak. Türkiye, bir yandan kendini koruyup güçlendirirken, diğer yandan da bölgedeki dengeleri değiştirecek hamleleri doğru zamanlamayla yapmalı.
Bu belirsizliklerle dolu dönemde, Türkiye’nin kritik bir oyuncu olarak dengeyi sağlaması bekleniyor. Diplomatik ilişkilerdeki hassasiyet, askeri stratejiler ve iç politikadaki uyanıklık, ülkenin geleceğini belirleyecek temel unsurlar olacak. Tarihte pek çok kez olduğu gibi, Türkiye bu kaosun içinden güçlenerek çıkabilir. Ancak bu kez, çok daha dikkatli ve ileri görüşlü bir stratejiyle hareket etmek zorunda.