Kabristan denilen ibret dershanesi

Abone Ol

İstanbul’un yeni ve bakımlı kabristanlarından biri de Zincirlikuyu Mezarlığı’dır. Bugün nüfusu hayli kalabalık olan bu mezarlık ilk açıldığı zaman, şehir dışında kaldığı gerekçesiyle kimse cenazesini buraya defnettirmek istemiyordu. Şair-i A’zam Abdülhak Hamid Tarhan 1937 yılında vefat edince Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle adı geçen kabristana defnedildi. Böyle meşhur bir şairin oraya gömülmesi iyi bir başlangıçoldu ve daha sonraki günlerde Zincirlikuyu Kabristanı’nda mezarların sayısı, birer birer artmaya başladı.

Zincirli Kuyu Mezarlığı’nın sakinleri arasında Rıza Tevfik Bölükbaşı, Muhsin Ertuğrul, Orhan Seyfi Orhon, Falih Rıfkı Atay, Behçet Kemal Çağlar, Ömer Seyfettin, Ali Ekrem Bolayır, Yusuf Ziya Ortaç, Ercümend Ekrem Talu, Kazım Orbay, Selahattin Pınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Halit Fahri Ozansoy, İsmail Hami Danişmend, Refik Halid Karay, Erol Güngör gibi ünlü şairler ve yazarlar da bulunuyor. Bunlar ve listeye almadığım diğer meşhur zevat hakkında daha ayrıntılı bilgi almak isteyen okuyucularımızın, merhum Orhan Bayrak Bey’in 'İstanbul’da Gömülü Meşhur Adamlar' isimli kitabını okumaları gerekiyor.

Yazının girişinde de belirttiğim gibi, buraya gömülen ilk zat, Abdülhak Hamid’dir. Yeri gelmişken Şair-i A’zam’ın cenazesiyle ilgili bir anekdot nakledeyim.

Büyük şairimiz Maçka Palas’ta vefat ediyor. Teçhiz ve tekfin işlemi yapıldıktan sonra naaşı, adı geçen mezarlığa götürülmek üzere tabuta konuluyor. Hayli kalabalık olan cemaatin ön safında büyük tarihçimiz İbnülemin Mahmud Kemal Bey de bulunmaktadır.

O sırada yaşı yetmişi geçen üstadın biraz yorulduğunu gören ünlü gazetecilerimizden Hakkı Tarık Us, koluna girip yardımcı olmaya çalışıyor. Bir ara Hakkı Tarık Us, eliyle omuzlar üstünde giden tabutu göstererek, 'Merhum çok çekti!' diyor. İbnülemin ‘tabii ki’ sözünü esirgemeden şu cevabı veriyor: 'Evet çok çekti. Hazineden para çekti, akşamları mey çekti, dilberleri sinesine çekti. Çeken biziz yahu. Görmüyor musun, kan ter içinde kaldık!'

Geçenlerde bir tanıdığımın cenazesine katılmak amacıyla Zincirli Kuyu Mezarlığına doğru harekete geçtim. Beşiktaş’ta bindiğim taksi tam mezarlığın kapısına gelince şoför, içeri gireyim mi amca, dedi. Birden şu cevabı verdim: 'Zamanı gelince girersin!' Adam, şöyle bir yüzüme baktı ama bir şey söylemedi yahut söyleyecek bir şey bulamadı.

Öyle değil mi canım, zamanı gelince, vakit sona erince hepimiz içeri girmeyecek miyiz?

Daha önce bir de tabuta girme konusu var ki, onunla ilgili bir fıkra Nasreddin Hocamıza izafe ediliyor.

Hoca merhum, efendim cenaze mezarlığa götürülürken tabutun sağında olmak mı daha sevaptır, solunda olmak mı?

Hoca, derhal şu cevabı vermiş: İçinde olmada, neresinde olursan ol.

Siz bakmayın merhumun böyle dediğine, hepimiz önünde sonunda hem tabuta hem kabre gireceğiz. Allah cümlemizi kabirde manevi rahatlığa erişenlerin kafilesine dahil eylesin.

Bu kadarcık izahtan ve mizahtan sonra konuyu biraz daha ciddi bir üslupla ele alalım.

Büyük İslam alimlerinin ölümle ve ölüm ötesiyle ilgili önemli eserler yazdıklarını, kabir hayatına dair bilgiler verdiklerini öteden beri biliyoruz.

İşte bunlardan biri de 'Şerh-i mütû n müderrisi' olarak büyük şöhret kazanan Ömer Ferid Kam’dır.

Merhum, 'Dini, Felsefi Sohbetler' isimli eserinin bir yerinde, insan zihnini en çok meşgul eden bu konu hakkında - hayatından örnekler vererek izahta bulunuyor. Ezcümle, 'Kabirlerin İçinde Neler Var?' başlığı altında düşüncelerini dile getiriyor.

Merhum, bir bahar sabahı, 'vefalı dostum' dediği bastonunu da alarak, içinde büyük babasına ait mezarın da bulunduğu kabristanın yolunu tutuyor.

Tabii ki önce kabir taşları dikkatini çekiyor. Önünde taşlaşmış bir emel gibi duran bu kabir taşlarına ibretli gözlerle bakıyor. Bunlardan bazılarının rengi siyahlaşmaya başlamış olup üzerlerinde yosun cinsinden yeşil maddeler görülmektedir. Diğer bazıları ise, ayakta durmaktan yorulduğu için bir tarafa eğilmiştir.

Kimisi de yıllar boyu dikili durmaktan dolayı takati kesilerek boylu boyunca yere yıkılmıştır.

Ferid Bey taşlara nazar ettikçe onlar da bakışlarını Ferid Bey’e çeviriyorlar. Bu sessiz buluşma, canlı bir konuşma haline geliyor.

Hepsinin vaziyeti, hüzünlü bir yüzü andırıyor. Gerek bu manzaranın gerekse rutubetli topraktan yayılan bir ahiret kokusunun etkisiyle Ferid Bey’in kalbinde türlü türlü duygular belirmeye başlıyor.

Kabirlerin üstünü istila eden ince ve mavi bir sis tabakasının titreşimleri arasında yavaş yavaş ilerliyor.

Yaşı sekseni geçtiği sırada vefat ederek ebedi uzletine çekilen büyük babasının son sığınağı, yani mezarı karşısına çıkıyor.

Ferid Bey’in büyük babası, torununun o gün gelip kendisini ziyaret edeceğini sanki haber almıştır. Sarığını sarmış, beyaz cübbesini giymiş, mezar taşına dayanmış ve torununu beklemeye koyulmuştur.

Onun uzaktan geldiğini görünce sevinçten kaynaklanan bir üzüntüyle ve sesi titreyerek 'Ah, evladım, sen misin?' diyor ve gözlerinden süzülen yaşlarla kabrinin temiz toprağı ıslanıyor.

Ferid Bey’in büyük babası, nurani yüzüyle, süt gibi sakallarıyla, çatık kaşlarıyla güya hiçölmemiş gibi gözünün önünde canlanıyor.

Şefkat dolu sesindeki ince bir titreyiş kulağında yankılanıyor. İşte böyle manevi bir manzarayla karşılaşan Ferid Bey, dedesinin ruhaniyetine yönelerek bir Fatiha hediye ediyor.

Büyük babasının gözünde gördüğü hayali damlalar, Ferid Bey’in gözünde hakikat şeklini alıyor.

Kabrinin hemen yanı başına oturuyor. Bu sırada birçok hallerin, birçok fikirlerin zebunu oluyor. Aradan yarım saat geçince üzüntüsü biraz olsun hafifliyor. Koyu servilerin gölgesine sığınan kabristana şöyle bir göz atıyor.

Merakını gidermek için ve ne olursa olsun diyerek bütün mezarları açıyor. Görülen manzara tam bir ibret tablosu teşkil etmektedir.

Asli bütünlüğüne halel gelmeksizin kafes halinde uzanmış vücutlar, dağılmış kemikler, yeni yeni kokmaya başlamış bedenler, onlardan sızan çeşitli sıvılarla rengârenk olmuş kefenler, masum çocuklar, hevesini almamış gençler, çökmüş ihtiyarlar, anasına hasret giden evladlar, evladına doymadan hayata veda eden analar, canından sökülen son hasretli bakışı, malında mülkünde çakılıp kalan zenginler, bela zindanından kurtulmuş gibi kabre can atan fakirler, sabahleyin zevk ve sefa ile meşgulken öğleden sonra kendilerini orada bulan biçareler!...

Mahşerin bir benzeri olan bu ölüler sergisini gören Ömer Ferid Kam Bey, büyük bir dehşet içinde kalıyor. Bu manzaranın verdiği üzüntü kendisini hayli sarsıyor. Fani vücutları tamamen çürümüş olanlar  ‘tabii ki’ bu hesabın dışındaydı. Bir avuçtoprakta bin vücudun dağılmış hissesi olduğunu düşündüm diyen Ferid Bey, kabristanın kenarından doğru yola çıkıyor ve kendi kendine şöyle diyor:

Kabristan ne büyük bir ibret dershanesidir. Onun derin sessizliğindeki yüksek ifade gücü, en güzel konuşan hatiplerin sözlerinden daha etkileyicidir. Sihirli ifadeleriyle insanlar üzerinde istedikleri gibi tasarruf eden büyük hatipler, taşların konuşan lisanı karşısında sessiz taş gibi kalırlar. Evet, hayat denilen coşkun nehir, insanların bütün emellerini ve ihtiraslarını sürükleye sürükleye, sonunda şu zifiri karanlık çukurlara tıkıyor!..

Bey’in bu dehşetli manzara karşısında hayli ürpertili dakikalar geçirdikten sonra nasıl sakinleştiğini ve İslam imanının kabir hayatını nasıl cennete çevirdiğini daha ayrıntılı bir halde öğrenmek istiyorsanız yukarıda adını verdiğim eserini, dikkatli bir gözle, rikkatli bir kalple okumanız gerekiyor.