Genellikle bir davranışın fayda sağlaması, o davranışın iyi olduğu yanılgısını doğurmaktadır. Ancak fayda, her zaman ahlaki bir değer taşımak zorunda değil. Bir şeyin faydalı olması, o şeyin ahlaken iyi olduğu anlamına gelmez. Ancak günümüzde hem toplumsal hem ekonomik alanda geliştirilen politikalar faydalı olanın iyi olduğu denklemine dayanır.
Arılar masalı, ekonomik sistemde kötülüğün temel ilke haline gelmesinin başlangıcı olarak gösterilir. İngiliz aydınlanmasının önemli ismi Bernard de Mandeville, bu fablda bireysel hırs ve açgözlülüğün nasıl toplumsal faydaya dönüştüğünü anlatır. Mandeville'e göre, bir arı kovanı gibi, insan toplumu da ahlaksız davranışlar sayesinde gelişir. Hırs, açgözlülük ve bencillik gibi bireysel kötülükler", rekabet ve yenilikçiliği teşvik ederek "kamu yararına" hizmet eder. Bunun tam tersi olarak, ahlaklı davranışların toplumu gerilettiğini savunur. Ona göre, herkesin sadece kendi çıkarını düşündüğü bir toplumda, ekonomik faaliyetler artar, refah seviyesi yükselir. Aksine, herkesin birbirini düşündüğü, erdemli davrandığı bir toplumda ise durgunluk, işsizlik hatta düşmanlıklar ortaya çıkar. Sokrates'in "Erdemlerimiz olmazsa toplumumuz çürür" sözüne karşılık, Mandeville "bencillik ve açgözlülük olmazsa toplumumuz gelişemez" diyerek, ahlak ve ekonomik gelişme arasındaki ilişkiye radikal bir bakış açısı getirmiştir.
Mandeville'in fikirleri, 18. yüzyılda Adam Smith tarafından daha sistematik bir hale getirildi. Smith'in "Görünmez El" teorisi, bireylerin kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerinde, toplumun genel refahına hizmet edeceklerini savunur. Bu teori, bireysel özgürlük ve ekonomik büyüme vurgusu sayesinde, liberal ekonomik modelin temel taşlarından biri haline geldi. 19. yüzyılda ortaya çıkan faydacılık akımı ise iyiliği ölçülebilir bir kavram haline getirmeye çalıştı. Bu akıma göre, bir eylemin iyiliği, o eylemin yarattığı toplam mutluluk veya fayda miktarıyla ölçülür. Faydacılık, ahlaki kararları matematiksel bir denkleme indirgeyerek, sonuç odaklı bir zihniyetin doğmasına neden oldu. "Amaca giden her yol mübah" anlayışı, toplumsal alanda da kendini göstermiş, kısa vadeli kazançlar uğruna uzun vadeli zararlar göze alınmştır.
Faydacılık ve liberal ekonomi modeli, ekonomik büyümeyi önceleyerek, zenginlerin daha zengin, fakirlerin daha fakir olduğu bir düzenin oluşmasına zemin hazırladı. Bu sistemde, ekonomik büyüme gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYİH) ile ölçülürken, gelir dağılımındaki eşitsizlik göz ardı edildi. Açgözlülük, bencillik ve hırs gibi bireysel tutkular, ekonomik büyümeye katkı sağladığı gerekçesiyle meşrulaştırıldı. Oxfam verilerine göre 2020 yılından beri dünyada 5 milyar insan daha da yoksullaşırken en zengin 5 kişinin serveti ikiye katlandı. 10 yıl öncesine kadar 62 kişinin elinde bulunan dünya servetinin yarısı, bugün sadece 5 kişinin elinde. Açgözlülüğü ve kar elde etmeyi her türlü insani erdemden üstün tutan ve bunu “toplumsal fayda” namına meşrulaştıran vahşi kapitalizm, bugün ekonomik gücün gittikçe daha küçük bir sınıfın elinde toplandığı bu tabloyu doğurdu.
Ekonomik anlamda iyiliği yalnızca faydacılık perspektifinden değerlendirmek, insanlığın karmaşık yapısını ve ahlaki değerlerini görmezden gelmek anlamına gelir. İyilik, sadece ekonomik büyüme veya bireysel çıkarlarla ölçülebilecek bir kavram değil. Adalet, eşitlik, dayanışma ve sürdürülebilirlik gibi değerler de iyiliğin önemli bileşenleri. Dünya genelindeki iktisadi politikaların temelini oluşturan faydacılık, bugüne dek devletler bazında bir kalkınma sağlamış olsa da insaniyet namına bir kazanç getirmediği ortada. Bu sebeple ekonomik iyileşmenin de GSYİH gibi göstergeler yerine herkesi kapsayan bir refah hali üzerinden ölçülmesi gerekir.