TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ
Erzurumlu Fatma Seher Hanım, nam-ı diğer Kara Fatma, Kurtuluş Savaşı’nın sembolleşmiş kadın şahsiyetlerindendi. İstiklal Madalyası sahibiydi. Üsteğmen rütbesine kadar yükselmişti. Emekli edilirken, Üsteğmen rütbesinden maaş bağlanmıştı kendisine. Kara Fatma burada örnek bir davranışta bulunarak para için savaşmadığını, bu maaşı alamayacağını söyleyerek onu tamamen Kızılay’a bağışlamıştı.
Bağışlamıştı bağışlamasına ya, dul bir kadın olarak trajedisinin kırışık satırları da yazılmaya başlamıştı böylece.
Savaş sırasında elleri bir şarapnelin isabet etmesiyle parçalanan ve gazi olan 9 yaşındaki kızını zar zor evlendirmiş, ancak bu travmanın etkisiyle kızı ‘deli gibi’ olmuş, çocuklarına dahi bakmaktan aciz duruma düşmüştür. Bunun üzerine torunlarını da yanına alan Kara Fatma, maaşını bağışladığı Kızılay’ın yardımına dahi başvurmadan geçim mücadelesinin içine atılmıştır.
Eş dostun bulduğu işlerde artık yaşının 50’yi geçmiş olmasından dolayı ayrılmış veya işten çıkarılmış, neticede beş parasız sokaklarda kalmıştır. Nihayet 1933 yılının 9 Ağustos’unda Yedigün dergisinde çıkan Mekki Sait Esen’in “Kara Fatma Rus manastırında” başlıklı röportajıyla perişan vaziyeti ortaya çıkarılmışsa da, yine bir yardım eli uzanmamış olmalı ki, 1946 yılında yeni bir yardım haberi basında yer bulmuştur.
1933 yılında Galata’daki Rus manastırının bir odasına sığınmış bulunan Kara Fatma, torunlarını geçindirebilmek için sokakta dilenmeye çıktığını anlatmıştı Yedigün muhabirine. 1946 yılında da, hatta yeniden maaş bağlandığı 1954’de de durumun değişmediğini gazete haberlerinden öğrenmek mümkün. Ne yazık ki, 1954 Şubat’ında bağlanan 170 lira maaşı yemeye Kara Fatma’nın ömrü vefa etmeyecek ve ertesi yıl geçirdiği bir hastalık üzerine vefat edecektir.
Hürriyet gazetesinin 3 Temmuz 1955 günkü nüshasının ilk sayfasında yer alan bir habere göre Kara Fatma 2 Temmuz 1955 Cumartesi sabahı İstanbul Darülaceze’de vefat etmiş ve şimdilerde ortadan kaldırılıp yerine yol yapılmış bulunan Kasımpaşa’daki Kulaksız Mezarlığı’na defnedilmiştir (yok edilen bu geniş tarihî mezarlıktan günümüze kalan tek hatıra, Şişhane’den geçenlerin uzaydan gelmiş bir yaratık gibi baktıkları yalnız bir türbedir).
Daha acısı, içinde ilk matbaamızı kuran İbrahim Müteferrika’nın kabrinin de yer aldığı Kulaksız Mezarlığının servileri kesilip satılır, mezar taşları kırılıp gazoz yapılırken (böyle bir kimyevî gerçek varmış hakikaten) Fatma Seher Hanım’ın kemiklerinin nereye götürüldüğü bilinmiyor. Sağlığında çocukları sahip çıkmadığına göre kimsesizler mezarlığına mı gömüldü acaba? Belki onu da sevgili Erzurumlu hemşehrileri merak edip bulur bir gün.
“Kara Fatma öldü”
Aşağıya Hürriyet gazetesinde çıkan ölüm bir haberinin resim altı yazısını olduğu gibi dercediyor ve tarihe bir not daha bırakıyorum. İşte 3 Temmuz 1955 tarihli haberin tam metni:
“İstiklâl Harbinin tanınmış kadın simalarından ve Kara Fatma namile maruf Fatma Savaşkan (yukarıda) dün sabah Darülaceze’de vefat etmiştir. İstiklâl Harbindeki sayısız kahramanlıklariyle kendisine şöhret yapan ve “Milli kahraman” olan Kara Fatma’nın cenazesi Darülaceze’den evine getirilmiş olup bugün öğle namazını müteakip Kasımpaşa Kulaksız Mezarlığına defnedilecektir. Kendisine lâzım geldiği kadar yardım yapılamadığı için son senelerde sefalete düşen Kara Fatma geçirdiği hastalıktan sonra bir lütuf olarak ancak Darülaceze’ye yatırılabilmiş ve orada birkaç aylık tedaviden sonra 67 yaşında hayata gözlerini yummuştur. Allah rahmet eylesin.”
Şimdi de sizi yeni bulduğum bir röportajla baş başa bırakacağım. Yekta Ragıp Önen Haber gazetesinin 3 Eylül 1936 tarihinde neşredilen haberinde Kara Fatma’yı ne halde bulduğunu ve yaşadıklarını kendi ağzından aktarmış bize. Okuyacaklarımız acı şeyler fakat gerçek…
Şimdi tarihe not düşecek “Bugün Kara Fatma ölmüştür, artık onun gözleri yaşıyor” başlıklı bu söyleşiyle baş başa bırakıyorum sizi.
“Sürünüyorum”
“Bir zamanlar, peşine taktığı iki yüz elli atlı ile bir erkek gibi düşmana saldıran Kara Fatma, bugün sürünüyor. Artık ne top seslerinden şahlanan atı, ne mavzeri, ne sıra, sıra fişekleri yok.. Değil bunlar, arkasına giyecek ne bir entarisi, ne soğuktan donmaması için bir yorganı bile kalmamış.. Satmış, yemiş.. Şehit düşen oğlunun kendisine emanet bıraktığı torunlarını büyütebilmek için daha dün üç liralık bakır tenceresini yüz yirmi beş kuruşa sattı..
Tophane’de bir müesseseden (Rus Kilisesinden-MA) akşam üstü elindeki çanağına bir parça yemek de koymasalar, artık ekmeklerden vermeseler eski günlerin kahramanı Kara Fatma açlıktan ölecek muhakkak.
Harap karyolanın üzerinden kavrayıp önüme sürdüğü binlerce bez parçasından yapılmış yorganı göstererek şöyle diyor:
- İşte evladım. Son kalan eşyam, bir de arkamdaki erkek gömleği ile bir de eteklik.. Sürünüyorum. Hayattan çoktan bıktım. Fakat şehit oğlumun emanetleri (çocukları-MA) var. Onlar için sürünüyorum.
Ağlıyor, hıçkıra, hıçkıra ağlıyor.. Ve şöyle sözlerine devam ediyor:
- Eski günlerin Kara Fatma’sı öldü. O, artık yaşamıyor. Eski Kara Fatma’dan kalan eser gözlerim. Onlar değişmedi. Onlar olduğu gibi kaldı. Yolda, rastgeldiğim tanıdıklar gözlerime bakıp:
- Aa.. Bu kadının gözleri Kara Fatma’ya ne kadar benziyor,, diyorlar.
………………..
Günlerin, senelerin kahramanı Kara Fatma’yı Galata’da Karabaş mahallesinde bir evin alt katında sığındığı küçük odada ziyaret ettim. Beni tamtakır odasına almak için hayli tereddüt gösterdi.
Ve içeri girerken de:
- Kara Fatma sizi böyle bir yere kabul etmek istemezdi. Fakat zaman bu!,, Bu kez böyleyim dedi.
Basık tavanın harap odasında büyüğümüzün (Gazi Mustafa Kemal’in-MA) bir resmi, karşısında bayrağımız.. İstiklâl madalyası tahta sedirin kenarında duruyor.. Konuşuyoruz. Gözleri mütemadiyen yaşlı.. Ağlıyor, buhran geçiriyor, ve böylece konuşuyoruz:
- Erzurumluyum.. Zevcim Vanlı idi. Vefat etti. Seferberlikte ilk çetemi kurdum. Kocamı, çocuklarımı hemşireme (kızkardeşime-MA) emanet ettim. Saçımı kestim. Bindim bir ata, kuşandım silahlıkları.. Otuz yaşında idim o zaman..
Arkamda erkek elbisesi, peşimde 350 kişi çok çarpıştım. Umumi harp bitince İstanbul’a geldim. Mütareke oldu. Bir müddet sonra Anadolu’da Milli Mücadele hareketleri başladı. Karataş’ta oturuyordum. Sağdaki, soldaki evlerde oturan gençlerden otuz kadarını kandırdım. Buradan İzmit’e geçtik. Orada da Çubuklu, Blenör, Gülbahçe ve daha dokuz köyü dolaştım. Oradaki gençler de bana iltihak ettiler. Yine bir çete kurdum. Bu sefer 450 kişi idik. Parası olan silahını kendi tedarik etti. Olmayana köyün zenginleri yardım etti. Ben de bir ata atladım. İzmit, Geyve, Taraklı, Mudurnu, Sivrihisar, Eskişehir, Gemlik, Bursa, Bandırma, Balıkesir civarında hayli dolaştık, çalıştık, takdir edildik.
337 (1921-MA) bayramında Büyük Önderin iltifatına mazhar oldum. Beni alnımdan öptü. Bir tabaka hediye etti. Fakat o tabakayı çaldırdım.
- Nerelerde kahramanlık gösterdin?
- Bana sorarsan tüfek patlatmadığım yer yoktur. Eskişehir, Kaynarca, İznik cephesi, Kütahya’da en şiddetli çarpışmalarda bulundum.
- Taarruz ve baskınlarınız nasıl olurdu?
- Arkadaşlarımı yanıma toplar, kendilerine şöyle bir nutuk verirdim:
“Ben Erzurum gibi yerden geldim. Şu kadınlığımla düşmana tüfek atıyorum. Siz ise erkeksiniz. Benim peşimden gelip erkekliğinizi göstermelisiniz!”
Bu sözlerim tesirini gösterir, birer arslan gibi atılır, döğüşür, boğuşurduk.
- Yaralanmadınız mı?
- Üç yerimden yaralandım. Sağ kolumun iki yerinden ve bir de sol ayağımdan. Geçti. İzleri kaldı.
- Nişancılığın nasıldır?
- Çok iyi tüfek kullanır, gözlediğim hedefi muhakkak vururum. Fakat artık açlıktan, sefaletten gözlerim görmez oluyor. Geçen gün aklıma geldi. Kendi kendime Kara Fatma sen öldün. Gözlerin yaşıyor. Acaba onlarda eski kuvvet var mı? dedim, kalktım. Çocukların nişan attıkları yere gittim.
Oğlum, gözlerim yaşıyor, buna bir kere daha inandım. Çünkü attığım bütün hedefleri vurdum. Ata da fevkalade iyi binerim.
-Harbe girerken ne hissederdin?
Ceylân’ımın (atının ismi-MA) üstüne bindiğim zaman harbe girmek için deli divane olurdum. Ölmek, yaralanmak hiç aklıma gelmezdi. Mağlubiyet görmedim. Galibiyetin doyulmaz heyecanını çok yaşadım. Vatanıma zerre kadar bir tehlike geleceğini bilsem yine at üstüne sıçrar, cepheye koşmazsam Kara Fatma’nın erkeklik namusuna yuf olsun..
- Daima atlı mı gezerdin?
- Evet, daima atlı. Çarpışmalarda üç atım vuruldu, öldü. Hele Ceylân top seslerini işitince, güllelerin altına düşmemek için mütemadiyen ileri sıçrardı.
Ve bu yüzden esir de oldum. Ceylân böyle sıçraya, sıçraya düşman hatlarına girdi. Kement atarak tutmak istediler. Bu sırada vuruldu. Ben de esir oldum. On sekiz günlük bir esaretten sonra bir şenlik gecesi kaçıp kurtuldum.
Muzafferiyetten sonra İstanbul’a geldim. Evim yandı, kendisine güvendiğim kardeşim öldü. Ondan sonra da sefalete düştüm.
- Neden seni tanıyan, takdir edenlerden yardım istemiyorsun?
- Birkaç kere büyüklerin kapılarına gittim. Kapıcılar terslediler, bu gün git, yarın gel dediler. Sinir geldi. Düşüp bayılıyorum ve artık gidemiyorum, kimsenin yanına çıkamıyorum. Ne takatım var, ne kıyafetim var! Böyle sürünüp gidiyorum evlâdım.”
Yüreğimizi yakan söyleşi burada bitiyor. Başka bir gün Yedigün dergisindeki 1933 tarihli söyleşiyi de paylaşırım sizinle inşaallah.
Kaçmak çare değil. Tarih böyle acı gerçeklerle yüzleşe yüzleşe hakikaten bizim olacak çünkü.