İstanbul’un sesini dinlemek gürültüsüne maruz kalmak

İstanbul’un sesini dinlemek ve İstanbul’un gürültüsüne maruz bırakılmak gibi pamuk ipliğine bağlı bir dönemden geçiyoruz.

Abone Ol

Seher vakti ile rüzgâr, yaprakların sesi, ezan vaktine yakın zikre çıkan kuşlar, derken camiden gelen ezan sesini kılıç sesi gibi kesen kapanma saati olmayan kafeteryaların malayani müzikleri, sandalye, masa gürültülerine ilave bazen de sabaha kadar oturup bir anda kavgaya tutuşan dillerinin ne olduğu anlaşılmayan grupların itişip kakışmaları, bazı sabahlar kahkahaların karıştığı gürültüye maruz bırakılmak. Gün batımında bir yerden dönerken, yoğun trafiğin gürültüsünü geride bırakıp, vapur sesine karışan martı seslerini dinlemek, denizin dalgalarında huzur bulmak, hâlen mümkünler arasında. Gürültü haritası semtlere göre farklı şekillerde İstanbul’un kalan seslerini itmekte. 

Kıymetli Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Değişme Maceramız adlı eserinde, bozulmaya yüz tutan Osmanlı toplumunda bile medenî seviyenin yüksekliğine dikkat çeker: “İstanbul’u ziyaret eden bir seyyahın ifadesine göre, insan, kalabalık bir kahvehânede gözlerini yumar, durursa, kendini boş, insansız bir mekânda zannederdi, gözlerini açınca, çevrede çubuklarını sâkince tüttüren insanları görürdü! Gürültü yoktu! Bilindiği gibi, medeniyetle, medenî seviye ile gürültü ters oranlıdır.” Günümüz koşullarında cami, kütüphane, müze gibi sessizliğin korunması gereken “medeniyet” izlerini sürdüğümüz mekânlarda dâhi sükûtu bulmak ne derece mümkün? Hatta öyle ki insanın tabii dinlenme yeri, mahremi evinde dahi sessizliği bulabilmesi çok güç, tahammülü aşan noktalarda utana sıkıla gürültü yapan işyerlerine,  apartman sakinlerine mazaretler sunup sessizlik dilenmek şehir efsanesi mi günümüz insanın imtihanı mı? 

İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü kıymetli hocalarımızdan Prof. Dr. Bilen Işıktaş’ın arşivinden istifade ettiğimiz bilgilere göre, 1902-1963 tarihleri arasında yaşamış yakın çağ tarihimizin şahidi sanatkâr Mesud Cemil Tanıdığım Musikişinaslar yazı dizisinde dönemin İstanbul’unun seslerini etkileyici bir edebi uslup ile kaleme almış:

“Her şeyden evvel mahallenin mescidinden ve daha öte mahalleler ve semtlerdeki camilerden gelen ezan sesi, müezzin sesleri… Sabah vakitleri, geniş sessizlik içinde ansızın yükselen temcidler, salâlar, iki kulağımızın bulunduğu merkez etrafında dalga dalga, halka halka, iç içe, renk renk açılan, genişleyen, yakınlaşan, uzaklaşan, çeken kavrayan, otlardan yıldızlara tüte tüte yükselen sesler… Yüzlerce, binlerce, ince-kalın sesli müezzin şerefeler etrafında döne döne, eski büyük şehrin üstünde billur halkaları birbirine dolanan sesleri…

Sonra gün ortasında, sıcak yaz gününde yayılan, ağaçların, damların, seccadelerin, üzerine ağır ağır inen öğle ezanı, biraz yorgun ikindi, aceleci akşam, sonra yatsı… Yatsıdan sonra İstanbul, gecenin esrarına bürünürdü. 

Başka ne işitirdik mûsikî olarak?...” diye devam eden yazının akabinde okurken bile kulaklarımızın pasını gideren ses halkaları devam ediyor; mevlid günleri, segâh tekbirin azameti, tekkelerden evlere dolan zikir, münacaat, mersiyeler, sokakta oynayan çocukların tekerleme sesleri: “-Altın beşiğe kim biner?/ -Alacalı bulacalı kız biner!..”, “Kadifeci güzeli/Handadır handa/ Tahtakale kurdibinde/ Biz sizze geldik onbirde/ Geldinizse geldiniz /Bizleri memnun ettiniz.” Dönemin sesleri tüm renkleri ile devam eder, Ramazan ve bayramlarda orta oyunu, mûsikî zevki ve tiyatroyu mezceden Karagöz Hacivat, köşklerde kafes arkasından gelen  ud, keman gibi mûsikî sesleri dışında Mesud Cemil bir de sokağın seslerini anlatır. Seyyar satıcısı, ayıcısı, goygoycusu mani, gazel okuyarak İstanbul sokaklarına âhenk katarlarmış. Keten helvacının satış mûsikîsi, “Helva ipek, helva çiçek/Ne ipek keten helvam/İpek misin mübarek çiçek misin mübarek/ Vay ne beyaz keten helvam” gel de bu helvayı yemeden geç… Tabak, çanak satana ne demeli, “Billur bardaklar/Sürahiler, tabaklar/Venedik sepetleri var/Eskilere sepetler” turşucular, mısırcılar, bozacılar. Ah kalbim, ah kulaklarım… 

 İstanbul’un bu yüz yılını yaşıyoruz, yüz yıl öncesi ya da elli yıl sonrasına ışınlanmak seçeneğimiz elbette yok herkesin kendi dünyasına göre anlam yüklediği adına ne çağı derseniz öyle kabul edelim lakin bu çağda insanın yaratılışı gereği tabii medenî çerçevede, şehirli gibi yaşamak mümkün mü, yapay zekâya mı sorsak… 

Ne içindeyiz zamanın ne de büsbütün dışında…