Eminönü’nden Üsküdar’a ulaşmak için otobüs, tren, Marmaray ve metroyu kullanabilirsiniz ancak bunların hiçbiri size vapur yolculuğunun tadını vermez. Denizi ayaklarının altına alarak yirmi dakikada kıyıya ulaşan vapurlar şehrin tüm zenginliklerini nefesinde taşır ve İstanbul’u sokak sokak dolaştığınızı hissedersiniz.
Otuz yıldır İstanbul’un Avrupa yakasında yaşıyorum ve karşıya geçişlerde vapuru tercih ederim. Şehrin küçültülmüş versiyonu gibidir vapur ve her yolculuğumda bugün hayattan nasıl bir parça yakalayacağım diye düşünür ve küçük ayrıntıları dahi kaçırmamaya özen gösteririm. Yirmi dakikalık yolculuk, doksan yıllık hayat hikâyeleri ile tanıştırır beni ve kendimi zengin bir eserin satırları arasında bulurum. Denizi uzaktan seyretmek ruhuma iyi gelir ve vapur kıyıya yaklaşıncaya kadar mavinin içinde kalmayı tercih ederim.
Bugün vapur vaktinden on dakika geç geldi ve hiç tanımadığım insanların arasından geçip cam kenarındaki yerimi aldım. Vapurda geçen yirmi dakikalık yolculuğum beni gökle yeri birleştiren mavi bir dünyaya taşıyacaktı.
Denizin göbeğinden yukarıya doğru savrulan dalgaları seyrederken iki martının suların üzerinde rızık aradıklarını fark ettim. Başımı cama yasladım ve denizler ülkesinin ferdi olan iki kuşun hayat mücadelesini seyrettim. Vapur yolculuğunda beni en fazla etkileyen şeylerden biridir martılar. Sanıyorum günün yirmi dört saatinde deniz ile iç içe olmak bu kuşları diğerlerinden ayırıyor.
Vapur yolculuğu otobüs gibi değildir burada insanlar sıkışıklıktan, bunaltıdan ve trafiğin getirdiği gerginlikten uzaktırlar. Vapur sadece sizi bir taraftan diğer tarafa taşıyan bir araç değildir, bir yaşam enerjisi, güç kaynağıdır. Dört kanatlı bir kuştur vapur kanatlardan biri deniz, biri gök, biri rüzgâr biri de yol boyunca size eşlik eden martılardır. Bütün bu zenginliklerle birlikte hareket eder ve kıyıya ulaşırsınız.
Vapur ağır ağır ilerlerken dalgaların sesiyle irkildim ve başımı kaldırdığımda keskin bir bakışla karşılaştım. Asırlık çileyi yüklenmiş ve bütün dikkatini dışarıdan gelebilecek tehlikelere çevirmiş iki kahverengi göz… Ve yorgun bakışları ile savrulan on beş yaşında siyahi bir çocuk… Doğrusu kahverengi rengin bu kadar güçlü, bu kadar derin ve bu kadar keskin bir anlam içereceğini hiç düşünmemiştim. Nasıl olmuştu da bir anda sonsuzluğa doğru akan deniz kahverengiye boyanıvermişti? Nasıl olmuştu da kahverengi her şeyin rengini kendine çekivermişti?
Gözün zahiri miydi aslolan, taşıdığı sevgi mi ya da yüklendiği çile mi? Göz ne ile ve nasıl güzelleşirdi? Yosun yeşili, gök mavisi, yaprak tonlu, üzüm renkli gözlerin zahirine yönelik şiirler yazan şairlerin kahverengi gözü neden ihmal ettiklerini düşündüm. On beş yaşında siyahi bir çocuk koluna dizdiği saatleri rızka dönüştürmek için vapurdaydı ve çileyi yüklenen gözleri kendisinden daha önce dikkat çekiyordu. Bir kere gördüğüm insanla ikinci kez karşılaştığımda gözlerinden tanırım, gözleri hiç unutmam derdi hocam Enver Seyitoğlu… Yaşanmışlıkların izleri kalpten silinir de gözlerden silinmez miydi acaba? Gözler yalan söylemez sözü hangi hikâyenin özetiydi? Çocuk konuşmuyor sadece elindeki saatleri satabilmek için yolcuların dikkatini çekmeye çalışıyordu gözleri ise koskoca bir kıtanın çilekeş tarihini göbeğinde taşıyordu.
Akranları okul bahçelerinde koşuştururken on beş yaşındaki siyahi çocuk açlığın, çilenin, hastalıkların, savaşların hâkim olduğu beldelerden çıkmış dilini bilmediği bir ülkeye hicret etmişti. Çocuk susmuştu onun yerine gözleri konuşuyordu.
Eminönü’nden karşıya geçerken denizin tadını çıkarmaya çalışırım fakat o gün zihnim o kahverengi gözlerde asılı kaldı ve ruhumun üşüdüğünü hissettim. Yaklaşmak, sohbet etmek istedim çocukla ama çekindim, onurlu bir yaşam için hayatı ilmek ilmek okuyan emekçi bir çocuğun önünde saygı ile eğildim. Ebeveynlik rolünü tek başına üstlenen küçük bir adam, güçlü bir karakterdi o ve dikenli tarlalardan geçerken attığı her adımı kontrol ediyordu. Kursağına giren ekmeğe haram karıştırmamak için vazgeçmişti keyif aldığı şeylerden ve halinden şikâyet etmeden, yakınmadan yürüyordu çileli yollarda.
O kahverengi gözlerin taşıdığı sevgi, özlem, umut ve çileyi bütün yoğunluğu ile görebiliyordum. Şairler şu saatten sonra bütün şiirlerini o gözlere yazmalı, bütün güzellemeleri o çocuğa yapmalıydılar. Şairler şu saatten sonra sömürülen, yoksullaştırılan, köleleştirilen Afrika kıtasını kalbinde taşıyan o kahverengi gözleri yazmalıydılar.
Cesaretimi topladım ve küçük adama seslendim, hemen geldi saatlerden birini seçtim ve satın aldım. Benim için özel bir anlamı olan o saati torunum için saklayacak ve ona siyah tenli, kahverengi gözlü çocuğun hikâyesini anlatacaktım. Ve bunun ötesine geçemediğim için ağır bir suçluluk hissi yaşayacaktım.
Başımı küçük adama çevirdim ve İstanbul’a hangi meşakkatleri aşarak ulaştığını ve ticaret için niçin saatleri seçtiğini sormak istedim ama cesaret edemedim. Karşımda koca yürekli bir adam duruyordu, başımı saygı ile eğdim ve sustum. Vapurdan indiğimde o çocukla birkaç kelam etmek ve vedalaşmak için öne doğru atladım ama o oldukça çevikti, yolcuların arasından hızla ilerleyip karşı tarafa geçti ve kalabalığı yararak kaybolup gitti. Afrika kıtasının yaslarını taşıyan o kahverengi gözleri bir daha göremeyecektim ama satın aldığım o saat, bana o çocuğu hep hatırlatacaktı. Ve saatçi çocuk bundan sonra dualarımda yer alacaktı.