İstanbul’a Yahya Efendi Dergâhı’ndan bakmak iç dünya ile dış dünya arasında yolculuk yapmak gibidir.
Yahya Efendi, İlmiye sınıfına mensup Şâmi Ömer Efendi ve Afife Hatun’un çocukları olarak 1495 yılındaTrabzon’da dünyaya geldi. XVI. Asır Osmanlı toplumunun önde gelen entelektüellerinden birisidir. Annesinin Kanuni Sultan Süleyman’a sütannelik yapması hasebiyle, erken dönemlerden itibaren Osmanlı yöneticileriyle yakın ilişkiler kurmuştur. Trabzon’da başlayan eğitimi İstanbul’da Zenbilli Ali Efendi’nin yanında tamamlayıp, aralarında Sahn-ı Semâm’ın da bulunduğu dönemin önde gelen medreselerinde müderrislik yapmıştır. Şehzade Mustafa hadisesindeki tutumu nedeniyle Kanuni Sultan Süleyman’ı tenkit ettiği için görevinden azledilince Beşiktaş’a yerleşmiş ve bölgenin iskânına gayret etmiştir. Bu dönemde bilhassa gayrimüslim denizcilerin ihtida etmesinde büyük pay sahibi olduğu, verdiği vaazlarla halkı derinden etkilediği anlaşılmaktadır. 4 Mayıs 1571’de vefat etmiş, Beşiktaş’ta sağlığında tekke olarak kullandığı yerde Mimar Sinan’a yaptırılan türbeye defnedilmiştir. İslami ilimler, tıp, geometri gibi alanlarda söz sahibi Yahya Efendi, tüm İstanbulluların ‘’veli’’ diye kabul ettiği saygın bir kişi olarak içinde cami, haziresi bulunan geniş koruluğu günümüzde de özgün manevi değeriyle teveccüh görmektedir.
İstanbul’un, Beşiktaş- Ortaköy sahil yolu en keyifli yürüyüşlerin yapıldığı güzergâhların başında gelir. Çırağan Sarayı’nın nefsi kabartan tüm ihtişamının karşısında, yemyeşil sırtlarda arzı endam eden sadeliğin saadetini ruhlara üfleyen mekân Yahya Efendi Dergâhı’dır. Yıldız Parkı girişinden hemen sonraki parke taş zeminli, kıvrımlı yokuşun çıkışında kimseyi gözünüz görmezken inişe geçince yarı yolda kalanlara ‘’inanın yolun sonu buna değecek’’ diye selam verip tebessümlerini almak Yahya Efendi ziyaretinin gelenekselleşen refleksleri arasındadır. Yokuşun bitimine az bir mesafe kala, bir duvar çeşmesinin dibinde gölgelenmek âdeta huzura yaklaşırken kendine çeki düzen vermenin ilk durağıdır. Köşeyi dönünce kapılar sonuna kadar açıktır.
Bir tabela karşılar ziyaretçiyi:
‘’Eline diline beline hâkim ol! Edep Ya Hû, Edeple gelen lütufla gider.’’
Öyle bir alandır ki her bir köşesi cazibe merkezi gibidir. Bir tarafta kapıdan girişte karşınızda içinde türbesi olan cami, diğer tarafta her iki yana açılan mezarların başlarında ulu serviler, çitlenbikler başta olmak üzere çeşitli ağaçlar, rengârenk güller arasından eşsiz Boğaziçi manzarası.
Dışarıdaki o cazibeli davetkâr her bir köşe kuralı, caminin içinde de devam eder. Bir kez ziyaret edişte çözebilmek mümkün değildir. Her ziyarette yeni bir köşe keşfedersiniz, artık yapıyı çözümledikten sonra sığınağınızı belirlersiniz. Üst kat mı, türbenin yan tarafında kafesli pencerelerden deniz manzarasına karşı oturmak mı size kalmış. Eline, diline sahip olup telefonu kapatan, ciddiyet sahibi, sükûtu yaşayan insanların yanına ilişivermek, Kuran’ı Kerim okuyup duaya geçince, yanındaki insanlarla selamlaşıp, dualara katmak da bir diğer ziyaret geleneği arasındadır.
Öyle güzel duygular yaşama imkânınız olur ki giyim kuşamına bakmadan, kim olduğunu bilmeden samimi bir secdeye varış, elinize tutuşturulan bir salâvat kartı, bir güzel tebessüm kadar hüznü içinizi delip geçen bakışlarda buluşmak, bir başkasının gözyaşlarına şahitlik etmek.
Paylaşmak duayı da, acıyı da, sevinci de bir simit bazen ağız tadı bir lokumda bazen de gül kokulu bir tespihte.
Paylaşmak her türlü cimriliğin, yobazlığın üzerinde insanın devrimidir. Zatları kutsallaştırmadan uzak onların manevi gölgesinde, ruhunu yoğurmaya gelen insanlarla yapılan eşsiz kârlı alışveriş.
Manzaraya sıra gelince sadece Boğaz’a değil, hayata tepeden bakıyor gibi hissederseniz. Yukarıdan bir ağaca sırtınızı dayayıp şöyle kuşbakışı caddenin haline bakınca, canım İstanbul semalarında, bangır bangır hangi dilde nasıl bir makama ait olduğu belli olmayan ticari kaygı ile tasarlanmış rüküş vapurlar geçer. Bir tarafta korna sesleri mekânların müzik seslerini örter. Kalabalıklar arasında insanların yüzlerinde yüz türlü hal.
Aşkın şehrine, bir süre için Süheyl Ünver nazarıyla bakıp, Tanpınar, Yahya Kemalleri yâd edip geçmişe ışınlanıp dış dünyadan kendini soyutlamak şifa gibidir. Bu tatlı huzur insanı, her türlü keşmekeşten, kederden çekip alır, yokuş aşağı neşeyle evinin yolunu tutarken tüm dünyalık meşakkatlere kafa tutacak gücü bulur kendinde.
Yahya Efendi Dergâhı’ndan İstanbul’a bakmak bir başkadır.