TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ
“Hatırat bırakmamak, korkaklığı mezara kadar götürmek demektir.”
Tarihin sözünü bol keseden eden ama tarihin gözünün içine bakmaya cesaret edemeyenlerin yaşadığı bir ülkede nefes aldığımızı bilelim de yanılmayalım. Bilin ki burası korkaklar cennetidir ve cesurlar cehennemidir.
Yakın tarihin en uzak tarih olduğu bir ülke demek daha doğru olur Türkiye için. Kabul etmek lazım ki her ülkede yakın tarih biraz netamelidir, çünkü henüz soğumamış, tarih olmamıştır. Ama hangi yakın tarih? Olsa olsa son 50 yıl için geçerlidir bu netame. Lakin bizde öyle mi? Son 50 yılı bırakın, 100 yılı, hatta Çanakkale Zaferini söz konusu edeceksek 108 yılı bile açıklıkla konuşamıyoruz bugün.
Hiç düşündünüz mü Yarbay Mustafa Kemal’in 19. Yedek Tümeni’nin bağlı bulunduğu Kuzey Grubu Komutanı Esad Paşa’nın hatıratı neden hala sizden gizleniyor? Vaktiyle bir dergide içinden bir parçayı yayınladım diye Çanakkale tüccarları hücuma geçmişti hiç utanıp sıkılmadan. “Nereden buldun onu?” diyorlardı burunlarından soluyarak. Halbuki onlara düşen, yayınladıklarımın doğru olup olmadığını sorgulamaktı, nereden bulduğumu değil. Sorgulayamıyorlardı, çünkü adları gibi biliyorlardı yayınladıklarımın virgülüne kadar doğru olduğunu. Biliyorlardı ve yayınlamıyorlardı buna rağmen.
Benim onları sormam lazımdı asıl: Madem muhtevasını biliyordunuz hatıratın, neden yayınlamadınız? Belgeleri kararttınız ve suç işlediniz böylece. Hesap verin o zaman!
Esad Paşa’nın ‘gizli’ hatıratından birkaç sayfayı cesaret edip yayınladım ve o bir anlık şimşek çakmasında gerçeği görebilenler gördü. El-insaf! Aydınlanmak için illa şimşek çakmalarını mı beklemek zorundadır bir millet?
Mesela üzerinden tam 114 yıl geçmiş bulunan 31 Mart Vak’ası bile henüz aydınlanmış değildir. Tarihçi İsmail Hami Danişmend’in Sadrazam Tevfik Paşa’nın belgelerine dayanan kitabı haricinde büyük ölçüde zuhurata tabi hatıratlar ışığında ressam Brueghel’in “Körlerin Yürüyüşü” adlı tablosunda olduğu gibi el yordamıyla yol almaya çalışıyoruz.
Tevafuken o sırada İstanbul’da bulunan Sırp kadın seyyah Madam Tinayre’nin şahitliği de olmasa Hareket Ordusu’nun yaptığı katliamı ve Taksim Gezi Parkı’nda balık istifi yığılan cesetlerin at arabalarıyla taşındığını bilemeyecek, Askeri Muzika birliğinden Mustafa Turan’ın hatıratında dehşetle anlattıklarını bağımsız ve yabancı bir gözlemciden teyid edemeyecektik.
Hatırat yazmak tarihe karşı hesap vermektir
Peki bizde durum ne? Rahmetli Münevver Ayaşlı hanımefendi anlatsın müsaadenizle:
“Batı, Batı diyoruz ama nerede Batıcılık? Avrupalı devlet adamlarının, diplomatlarının, edebiyatçılarının ve sanatçılarının, hâtıratı vardır. Velhasıl herhangi bir yolda biraz sivrilmiş olan her mümtaz kimse hâtıratını yazmıştır ve bu suretle, katı, dondurulmuş resmî tarihin yanında, nükteli, ince ve birçok kapalı kalan meseleleri aydınlatacak bir tarih meydana gelmiştir. Başka türlü birçok hakikatler gizli kalırdı. Hadiseleri ve meseleleri, her yönden tahkik ve tetkik etmek lâzımdır ki, o devrin ruh haleti anlaşılabilsin, bu da ancak şahsî müşahedelere dayanır. Hakikati bilip de söylememek veya yazmamak affedilir şey değildir. Hele hatırat bırakmamak, korkaklığı mezara kadar götürmek demektir.” (İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim, 2. baskı, Timaş Yay., 2006, s. 16.)
Herkes sustuktan sonra yazmak korkaklıktır
İşte size bir soru:
90’ına merdiven dayamışken ölen İsmet İnönü bir “hatırat” bırakmış mıdır?
Görünüşe göre evet.
Peki bıraktığı ‘şey’ bir hatırat mıdır?
Biliyoruz ki yazılı bir hatıratı yok İnönü’nün. Sabahattin Selek olmasa sözlü hatıratı da olmayacaktı. Bir teyp koydu önüne ve Ulus gazetesinde Nisan 1968 gibi epey geç bir tarihte, ölümünden 5 yıl önce tefrika edilmeye başladı.
Şimdi soralım: Neden 1968 yılında yayınladı?
Cevap basit ve net: Bütün büyük şahitler o tarihte konuşamaz hale gelmişti de ondan.
Mustafa Kemal 1938’de, Kâzım Karabekir 1948’de, Fevzi Çakmak 1950’de, Ali İhsan Sabis 1957’de, Refet Bele 1963’te, Rauf Orbay 1964’te, Ali Fuat Cebesoy ise üç ay önce, 10 Ocak 1968’de hayata gözünü yummuştu. Tefrika başladığında anlatacaklarını yalanlayabilecek Celal Bayar ve Fahrettin Altay hariç neredeyse tarihî önemi haiz biri kalmamıştı, onları da kendi canibinden kimsecikler takmazdı zaten. Öyleyse yayınlayabilirdi. Yalanlayabilecek bütün ağızların kapandığı bir tarihte hatırat yayınlamak cesaret istemezdi ne de olsa.
Peki anlattıkları ne kadar hakikate dayanıyordu?
Bir elimizdeki hatıratın sonunda Atatürk ile anlaşmazlıklarını anlattığı bölümü okuyun, bir de ölümünden bir yıl sonra, damadı Metin Toker’in Hürriyet gazetesinde yayınladığı, Cumhurbaşkanlığına yeni geçtiği Şubat 1939 tarihli günlüğünü. 1939’da yazdıklarını hatıratında anlatmadığını hayretle görürsünüz.
Mesela mı? El yazısıyla yazılmış aşağıdaki satırları okuyun lütfen:
İnönü kendi kendini sansürlemiş
“Son seneleri Atatürk’ün çok zor olmuştu. Gece alkol tesiri ile alınan teşebbüsleri ertesi gün daima iptal etmek bir eski âdetimiz idi. Son seneler bu âdet kalkmaya başladı. Hele nihayete doğru (1936-37 vuzuh ile hatırladığım seneler) gece arzu veya teşebbüs ettiği bir işi ertesi gün tamamen sakin ve tamam iken de iltizam ve takip etmeğe başladı. Sıhhatında ve alkolün tesiratında (etkilerinde) bu tebeddülü (değişimi) fark ettiğim andan itibaren korkum çok arttı. (…) Hülasa, Eylül 1937 kavgası oldu. Bu kavgada haksızlık, esasında Atatürk’ündü…”
Hatırlatalım: Yukarıdaki satırlar Hatıralar’ında değil, öldükten sonra Metin Toker tarafından yayınlanan notlarında yer alıyor.
Başka ilginç noktalar da var hatıratında yazmadığı. Mesela Atatürk döneminde, kendisinden sonra, Bayar’ın Başbakanlık dönemine yönelik şu yenilir yutulur olmayan eleştiriler de hatıralarında yer almaz:
“Asıl mesele Celâl Bayar’ın mali ve iktisadi politikası idi. Demagojiye fazla yer vererek başlamış olan bu politika hiçbir hesaba istinat etmiyor (dayanmıyor), devletin mali vaziyeti esasından harap oluyordu. Ticaret, milli para altüst olmuştu.”
Yukarıdaki satırlardan öğreniyoruz ki, İnönü de meğer Atatürk döneminden enkaz devralmış. Demagoji yapılmış, ekonomi politikası hiçbir hesaba dayanmıyormuş, devletin mali durumu kökten harap düşmüş, ticaret, milli para altüst olmuş…
Şüphesiz bunlara yeni Cumhurbaşkanı İnönü’nün selefi Atatürk ve onun kendisinin yerine Başbakan yaptığı Bayar dönemine yönelik siyasî eleştiriler deyip geçebiliriz ama bir şartla: Hatıratında bunlara yer vermiş olsaydı. Halbuki İnönü bu notları 1939’da tuttuğu halde 1968’de yayınladığı hatıralarında onlara yer vermemişti. Kendi hatıratını kendisi sansürlemişti sizin anlayacağınız.
Şimdi meselenin bamteline vuruyoruz:
İnönü hatıratını Ulus gazetesinde yayınlattı ama kitaplaştırma noktasında bir kurnazlık daha yaptı ve hayatının 1918’e kadarki kısmını ihtiva eden ilk cildini ertesi yıl, 1969 Nisanında kitaplaştırdı. Gel gör ki 1938’e kadarki hatıralarını sağlığında asla kitaplaştırmadı. Bu dönemi ihtiva eden 2. cilt 1987’ye, yani ölümünden 14 yıl sonraya kadar gazete sayfalarında sararacaktı. Muhtemelen sansürlü de olsa anlattıklarının sağ kalan birkaç şahit tarafından yalanlanacağından çekindiği içindi bu tedbir. Siyasette o kadar pervasız olduğunu bildiğimiz İsmet Paşa için tarih karşısında yaşadığı bu hafakan biraz fazla değil midir?
İşte tarihimizin hal-i pür melalinden bir sayfa. Daha İnönü Vakfı’nın Hatıralar’ın müteakip baskılarından “Millet sizin düşmanınızdır” cümlesini çıkardığını anlatmaya başlamadık bile.
Ah ki ah!
Fahrettin Altay’ın hatıratı da sansürlü
İstiklal Savaşı’nda 5. Süvari Kolordusunun kumandanı olan Fahrettin Altay’ın 10 Yıl Savaş ve Sonrası adlı hatıraları önce 1959 yılında Hayat mecmuasında tefrika edilmiş, ancak 1970 yılında kitaplaştırılmıştır. Kitaplaştırılırken 1959 yılındaki tefrikada var olan aşağıdaki paragraf çıkarılmıştır:
“Karanlık günler geçirmekte olan Anadoluda bir güneş doğuyordu. Bir tümeni Afyon’da bulunan ve Anadoluda en büyük rütbeli kolordu kumandanı olan General Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal’den üç gün önce, İzmir’in işgali haberi üzerine, mukavemet edenlerin yanına koşup da kumandayı ele alsaydı, Milli Mücadelenin kahramanı, belki de Atatürk’ü kendisi olacaktı. O, Mustafa Kemal’i beklemeye ve onun maiyetine girmeyi tercih etmiştir.” (Hayat, 20 Kasım 1959, sayı 47)
Böylesine delik deşik edilmiş bir tarihimiz var işte.
Şükrü Kaya’nın hatıraları kayıp
Perdeyi kapatmadan önce Atatürk devrinin müzmin İçişleri Bakanı Mason Şükrü Kaya’nın hatıratının başına ne geldiğini dostu İsmet Bozdağ’dan dinlemekte fayda var:
1946 yılında Bursa’ya bağlı Kurşunlu’daki çiftliğinde görüştüğü Şükrü Kaya’nın “Atatürk kendi yerine İsmet İnönü’nün geçmesini memleket için tehlikeli görüyordu” demesi üzerine ‘O zaman neden başaramadınız?’ diye soran Bozdağ’a, masanın yanında duran üç klasör dolusu yazıyı göstermiş demirbaş Dahiliye Vekili ve ‘Cevabı bu hatıralarımda okuyacaksınız’ demiş. Sonra her gördüğünde Kaya’ya hatıralarını ne zaman yayınlayacağını sormuş İsmet Bozdağ ve hep ‘Biraz sabret’ cevabını almış.
Aradan yıllar geçmiş. Bir gün gazetelerde Şükrü Kaya’nın öldüğü haberini alınca hemen oğlu Ali Kaya’yı arayıp hatıralarının akibetini sormuş. Ertesi günü çiftlikte arama yapan oğlu aramadık delik bırakmadığı halde hatıralara rastlamadığını söylemiş (Toprakta Bile Bitmeyen Kavga, Emre Yay., 1995, s. 28-29 dipnot).
Şair “Kalmasın Allahım âlemde hiçbir hakikat nihân” demiş ya, tarihimizin gözlerden nihân (gizli) bıraktığı hakikatlerin sayısını görse bu sözü daha bir tereddütle söyleyeceğinden eminim artık.