Bazen sahneyi değil hayatımızı siz basar. Neyi neden yaptığını bilmeksizin kendini savaşın ortasında bulursun. Günler geçer düşünürsün, aylar geçer sorgularsın, yıllar sonraysa gülmeye başlarsın; Gülersin ama neden?
İnziva adlı oyunu ikinci izleyişim. Bu sefer sahnede iki asker değil iki insan gördüm. Toptan tüfekten, üniformadan uzaklaşarak izledim oyunu. 
İnsanın kendini tanıması ve anlaması için bir insanın ona ayna olması gerekir. Ve bu yansımaların ardından tasavvuf öğretisindeki 'gaybet' olgusu yaşanır yani kaybolmak; Kendini ararken, kendini karşındakinde bulmak. Burada böyle bir hedef yok elbette fakat hadiseyi tam olarak idrak edebilmek için her türlü enstrümanı kullanmak ve doğru algılayabilmek lazım.
Burada 'aşk' var. Kendini 'adamışlık'; Bunun için gerçekten âşık mı olmak gerek? Peki insan kendini kolay kolay adayabilir mi? Bu hâle gelene kadar uzun ve çetrefilli yollardan geçer insan tıpkı sahnede olduğu gibi. Bu adamlar zihinlerinde gizlediği her şeyi sarıp sarmalamışlar. En çok da kahramanlık bohçasına sarmışlar her ne varsa. Bu varlıkta olabilir, yokluk da;  
Çıkar yolları kalmamıştı ve asker olmuşlardı. 
Bizler de birer asker değil miyiz? Yaşam denen hengâmenin içinde ayaklarımızda postal, sırtımızda çanta savaşmıyor muyuz karşımızdakiyle ya da kendimizle. 'Ama karşında düşman yok ki?' 
Yoksa 'insanın en büyük düşmanı kendidir' deyip sıyrılmalı mı işin içinden. İşte tüm bu sorgulamaların ardından sahnede gördüğümüz şey şimdiye kadar gelişmiş ama bir şekilde baskılanmış travmalar. Beyaz fayansın arasındaki kirden yerde dolaşan böceğe kadar hepsi bir şeyler anlatıyordu; Belki anneye belki de babaya sözler veriliyordu 'bir daha yapmayacağım'
Keşke bir daha yapsaydı o her ne idiyse ve şu an ki durumunu aklamak için 'yine olsa yine yaparım' deme gafletinde bulunmasaydı. Sahnedeki adamlar birbirlerini tanımazken birbirlerine ayna olarak insan olabilmenin yükünü yüklenmişlerdi nihayetinde. Bu anlatılanı her gün yaşıyoruz farkında olarak ya da olmayarak. Hayat aynı, hikayeler aynı, endişeler, korkular, umutlar; Farklı olan ne?
Herkes içine düştüğü yarıktan kurtulmayı bekliyor. Kimi gerçekten cephede, kimiyse kendi içinde. Sahnede iki büyük oyuncu vardı bu akşam benim için. İkisi de çok insandı, iyi bir tercümandı; Bu arada abartmıyorum ikisi de  insanı ürpertiyor oynarken. 'Gerçekten delirdi mi bu adamlar' diyorsunuz ya da 'nereye düştüm ben; savaşta mıyız? Ya da bu bir kabus olmalı!' 
İçlerinden birer yaratık çıkacağını düşündüğünüz anda sis makinesi devreye giriyor neyse ki;  
İşte tiyatro böyle bir sorumluluk. Ruhunu, bedenini ortaya koymak, kendinden vaz geçmek böyle bir şey olmalı. 
Ve oyun özetle diyor ki delireceksen de, bir şey yapacaksan da şu hayatta neyi neden yaptığının bilincinde ol. Bazı şeyler sana üzülme hakkı da tanımaz diyor, kuyruğu dik tutmak nereye kadar? 'İnsan' olduğunda iş işten geçmesin. Olmak ya da ölmek aynı şeylerdir aslında eğer hakkıyla olacaksa.