TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ

Tarihçilerimizin tıpkı otistik hastaları gibi Osmanlı ve İnkılap tarihlerinin üzerine kapandığını ve dış dünya ile irtibatını büyük ölçüde yitirmiş bir vaziyette tarih yazdıklarını söyleyen rahmetli Mehmet Genç hoca yerden göğe kadar haklıydı. Hint, Çin, Afrika, Uzakdoğu, Güney Amerika gibi ilginç bölgeler tarihçiliğimizin meşguliyet sahanına pek girmiyor. Varsa yoksa Osmanlı, Cumhuriyet ve Orta Asya Türk tarihi…

Bu eksikliğimizi vaktiyle Derin Tarih dergisini çıkarırken daha iyi anlamıştım. Mesela bizde Hindistan’da İngilizlerin 1757 Plassey Soygunu üzerine yazı yazacak adam aramış, lakin bulamamıştım. Neyse ki imdadıma o tarihte Bilkent Üniversitesi’nde hocalık yapan Prof. Dr. Norman Stone yetişmişti de İngiliz ekonomisinin ancak bu adi soygunla düze çıkabildiğini okura aktarma imkânını bulmuştum.

Tabii sen onların tarihini yazmazsan, hatta kendi tarihini dahi dürüstçe yazmaktan çark edersen elin adamı gelir, tarihini senin adına yazar ve zamanla o sayfalar ‘senin’ tarihine dönüşür.

Oysa Keşifler Çağı’nı anlatırken Avrupa’nın sömürgeciliğini, katliamcılığını, soygunculuğunu sayfalar boyu didik didik etmeli değil miydi ders kitaplarımız? Soygun, talan, sömürü, katliam, soykırım, tarih hırsızlığı dahil hırsızlık denilince Batı tarihinin akla gelmesi gerekirken Türkleri (tabii diğer tebayı da) sömürenin Osmanlı Devleti olduğu zırvasını okutup durduk.

Artık bizim tarihimizi İngilizler yazmamalı. Onu kendi gözümüzle yazma cesaretini gösterebilmeliyiz.

Beceriksizlik, acizlik, sefahat düşkünlüğü, akılsızlık, ne derseniz onda ama Avrupa yıldız yıldız parlıyordu kitaplarımızda! Böyle kendine düşman bir kafanın mahsulü olan tarihi bir halka ancak sömürgeciler okutur ve Türkiye aydını belki fiziken değil ama zihnen sömürgeleştirilmiş, daha kötüsü “Oryantalistleşmiştir”. Kılık, kıyafet, harf ve dil gibi sembolik unsurları ödünç alarak Batılının beynini temellük ettiğini zanneden tatlısu frengi tavrı, aydınımızın karakteriydi. Nitekim Nurullah Ataç adlı Tek Parti devrinin kadrolu eleştirmeni açıkça şunları yazabiliyordu:

“Bir tek yol vardır: Çocuklarımıza Yunancayı, Lâtinceyi öğretmek, onları Yunan, Lâtin yazarlarının eserleriyle yetiştirmek. Batı âleminin edebiyat anlayışını başka türlü edinemeyiz.” (Ulus, 14 Temmuz 1950)

Keza Hindistan’da Nirad Chaudhuri adlı kimliğini İngilizlere satmış olan yazar içlerindeki tüm güzellik ve hayatı İngilizlere borçlu olduklarını söyleyerek ve sömürgecilerin eteklerine sarılarak ahlaksızca laflar etmişti birazdan bahsedeceğimiz Shashi Tharoor adlı Hindistanlı yazara göre. 

Öte yandan Dr. Abdullah Cevdet’in Avrupa’dan damızlık erkek getirip ırkımızı ıslah etmedikçe çağdaş olamayız anlayışı bunun bir adım ilerisinde sadece.

Sözü Attila İlhan’a bırakıp sadede gelelim:

“Cevabını aradığımız soru bence şudur: Kendi tarihimizi sürdürecek miyiz, yoksa şunun bunun tarihine mi ekleneceğiz?” (Hangi Laiklik, Bilgi, 1995, s. 49)

(Araya bir soru sıkıştıralım: Acaba TBMM Hind dünyasıyla el ele vererek uluslararası bir araştırma yaptırıp İngilizlerin Hindistan’da gerçekleştirdikleri bu korkunç soykırımı hakkında bir karar alabilir mi? Dahası, almayı akıl eder mi? Üstelik ölenlerin önemli bir kısmı da Müslümandı.)

Buyurun şimdi 1857 Hind soykırımına.

Hind Holocaust’u mu?

Amaresh Misra adlı tarihçi iki ciltlik sarsıcı kitabında İngilizlerin 1857 Sipahi İsyanı ve sonrasında katliamdan öte düpedüz bir soykırım gerçekleştirdiklerini yazınca diller çözülmüş, 150 yıldır gerçekleri saklayan İngilizlerin üzerini örttüğü bu “anlatılmamış soykırım” aşikâre dökülmüştü.

Misra, 1857 İsyanından sonraki 10 yılda yaklaşık 10 milyon Müslüman ve Hindunun İngilizlerce öldürüldüğünü yazıyor ve bunu İngiltere’nin ünlü The Guardian gazetesi gündeme şu başlıkla taşıyordu:

“Milyonların yok olduğu bir holocaust (soykırım)…”

(http://www.theguardian.com/world/2007/aug/24/india.randeepramesh )

Hintlilerden kurulu Sipahi (Sepoy) birliklerinin isyanı İngiltere’nin Hindistan hakimiyetini bir süreliğine sarsmış ama ardından kanlı bir şekilde bastırılmış ve resmi tarihlerde katliamlarda sanki azmış gibi 100 bin Hintli askerin öldüğü yazılmıştı. Oysa Misra’ya göre bu rakam dahi, sonradan duruma ve resmi tarihe hakim olan İngilizler tarafından kasten düşük gösterilmiş ve mazlum Hintlilerin kendi tarihlerini yazmalarına müsaade edilmemiş olduğu için çok şüphelidir. The Guardian’a şöyle açıklamış bu durumu:

“Bu, milyonların sırra kadem bastığı bir holocaust (soykırım) idi. İngilizler açısından gerekli bir soykırımdı, zira onlar kazanmanın tek yolunun şehir ve köylerdeki bütün nüfusun imhasından geçtiğine inanıyorlardı. Bu soykırım basit ve vahşiceydi. Önlerine çıkan Hindlileri öldürüyorlardı. Ne var ki yaptıkları katliamın boyutları bir sır olarak korundu.”

Milyonlarca ölü. Bu ne ağır bir itham değil mi? Ve Amaresh Misra hiç beklenmedik bir yerden vuruyor İngilizleri; resmi İngiliz iş gücü kayıtlarından. Hindistan’daki iş gücü için resmi olarak tutulmuş olan bu kayıtlarda “bu korkunç ve acılı günlerde milyonlarca sefil insanın öldüğü görüldü” denilmekte. Evet, yanlış duymadınız, milyonlarca…

Yakınlarda çıkan ve bayıla bayıla okuduğum Utanç İmparatorluğu adlı kitabında Shashi Tharoor çok daha açık sözlü çıktı. “Tarih geçmişe aittir ama onu anlamak bugünün işidir” diyen Dr. Tharoor, 30 yıl Birleşmiş Milletler’de çalışmış olup halen Hindistan’da aktif bir siyasetçidir.

2018 yılında Al Jazeera’ya yazdığı makalede İngilizler işgal ettiğinde Hindistan’ın dünyadaki en zengin ülkelerden biri olduğunu, 1700 yılında küresel gayri safi yurt içi hasılanın yüzde 27’sini üretmekte olduğunu, İngilizlerin, 1947’de ülkeyi terk ederken iki asırlık yağma ve sömürmeleri sonucunda Hindistan’ı yeryüzündeki en fakir, en hasta ve en cahil ülkelerden birine indirgediğini yazmıştı. Katliamlar yalnız silahla yapılmıyordu üstelik; 35 milyon Hintlinin aç bırakılmak suretiyle ölüme sürüklenmesi de insanlık suçlarının utanç verici bir parçasıydı.

Kusursuz bir katliam

Utanç İmparatorluğu Londra’da doğmuş Hindli bir aydının feryadı, hatta isyanı. Her satırından iki oluk akıyor: Biri bilgi, diğeri öfke dolu. İşte bilgileri öfkeyle harmanlayıp yazdığı paragraflardan biri:

“1857’deki isyan sırasında binlerce isyancı, kadın erkek ayrımı yapılmaksızın katledilmişti. Allahabad ve Kanpur’da görev yapan General James George Smith Neill adeta kana susamıştı. 5,000 sivilin öldüğü Cansi’deki Sör Hugh Rose da isyancılara ‘hiçbir şekilde merhamet edilmemesini’ istemişti. Delhi tekrar ele geçirildiğinde yaşanan vahşet tüyler ürperticiydi. Kucha Chelan mahallesinde, yani tek bir mahallede 1,400 silahsız sivil öldürülmüştü. Genç bir subay şu cümleleri kaydetmişti. “Gelen talimat, canlı olan her şeyi öldürün diyor. Tam bir katliam yaşanıyor.” O kadar çok sivil öldürülmüştü ki bir görgü şahidi, “Bütün sokaklar ceset dolu, yakıcı güneş altında çürüyorlar” demişti. Camilere sığınanlar da dışarı çıkarılıp infaz edilmişlerdi. Her yerde insanlar topluca idam ediliyorlardı. Babürlü İmparatorluğu’nun başkenti, zengin, canlı ve yarım milyon nüfuslu Delhi harabeye dönmüştü.” (Çeviren: Yusuf Selman İnanç, Kronik: 2023, s. 200-201)

Oysa Hindistanlılar asırlardır deniz ve kara yoluyla ticaret yapıyordu. İngilizler geldiklerinde işte bu capcanlı ekonomiyi mahvetmişlerdi:

“Hindistan’daki sömürge yönetimi milyonlarca insanı ekonomik açıdan sömürüp mahvetmiş, yükselen endüstrileri alaşağı etmiş, rekabet fırsatlarını yok etmiş, yönetimde mahalli kurumları saf dışı bırakmış, kökeni hatırlanmayacak kadar eski dönemlerden beri süregelen hayat tarzlarını dönüştürmüş, sömürdüklerinin ellerinden en kıymetli varlıkları olan kimlik ve izzetinefislerini almıştır.”

Açlıktan ölen 35 milyon Hintli

Utanç İmparatorluğu’nda İngiliz idaresinde (1770-1944) yaşanan kıtlıklarda 35 milyon Hintlinin önlenebilir sebeplerle açlıktan öldüğü ortaya konulmaktadır. İngiliz sömürgeciliğinin holokostu (soykırımı) denilebilecek bu feci süreçte 30-35 milyon Hintli açlıktan hayatını kaybederken milyonlarca ton buğday her yıl gemilerle Hint limanlarından İngiltere’ye taşınıyordu. Bir başka ilgi çeken nokta ise İngilizler 1947’de Hindistan’dan çekilip gittikten sonra hiç kıtlık yaşanmamasıydı. Çünkü kıtlık, Nobel ödüllü araştırmacı Amartya Sen’in tespitiyle söylersek gıda yetersizliğiyle değil, mevcut gıdanın nasıl dağıtıldığıyla ilgiliydi.

Doğrusu hangi paragrafını paylaşacağımı şaşırdığım kitaptan son olarak şu satırları beraberce okuyalım:

“İngiliz idaresi altındayken 35 milyon insanın kıtlıktan ve hastalıktan ölmesi Stalin’in kolektivizasyon politikası sebebiyle 25, Mao’nun kültür devrimi sebebiyle 45 ve İkinci Dünya Savaşı sebebiyle 55 milyon insanın ölmesiyle aynı kategoride sayılabilir. Sömürgeci soykırımının sebep olduğu ölümler, modern dönemde insanın insana karşı işlediği vahşetin en ürpertici örneklerinden biridir.” (s. 183)  

Tarih susmayacak

İngiliz tarihçiler arasında 1864-67’de yazan Sir John Kaye gibiler ilk zamanlar seslerini çıkaracak gibi oldular ama resmi tarih ağır bastı, sansür mekanizması çalıştı ve üzerini ustaca kapattı bu soykırımın. Lakin tarih susmadı.

Şimdilerde Hind soykırımı hakkında yazılabiliyor, gerçekler birer birer ortaya çıkıyor ama arkalarında bir Papa, ABD veya Avrupa Parlamentosu olmadığı için maalesef seslerini yeterince duyuramıyorlar. 

Bu bir güç meselesi neticede.

Ve henüz tarihin güçle yazılmadığı bir zamana aşina değiliz, öyle değil mi sevgili Ahmet Haşim.