Her şey Atari reklamıyla başladı…

Çocukluğunu 70 ve 80’lerde yaşayanlar kadar şanslı bir nesil yoktur diye düşünüyorum. Özellikle bizim çocukluktan gençliğe adım attığımız 80’lerin sonu bambaşkaydı.

Abone Ol

Tükettiğimiz her besinin tamamen organik olmasının dışında domatesin, salatalığın, çileğin gerçek kokusunu hissedebiliyorduk. Her ne kadar nadir olarak muz alabilsek de onun bile tadı şimdikinden çok farklıydı. Hele ki karpuz, kavun ve narenciyenin artık eski tadı hiç yok.

İşte tam da o yıllarda bizler sabahtan akşama kadar çocukluğumuzu sokakta oynayarak geçiren bir nesildik. Şimdiki gibi bizi eve bağlayan ne akıllı telefon ne tablet ne de bilgisayar vardı. Mahallede durumu nispeten iyi olanların evinde siyah beyaz televizyon vardı, o kadar.

İlk kez televizyon satın aldığımız günü hiç unutmuyorum. Tüm komşularımız bizim evin bahçesinde resmen piknik yapıyorlardı.

Televizyon aldığımıza değil de bir anda bu kadar misafirimiz olduğuna sevinmiştim. Gündüzleri televizyon yayını olmadığından akşam İstiklal Marşı ile beraber yayının açılmasını beklerdik. O bile bambaşka bir heyecandı.

Daha bizler televizyon ve video kaset oynatıcı cihazlara yeni alışmışken ekranda birdenbire bir reklam yayınlanmaya başladı.  “Atari, şimdi sokaklar bomboş” diye de sloganı vardı. O zamanlar bir anlam verememiştik sokakların boş kalacağı öngörüsüne. Çünkü neredeyse çocukluğumuzun tüm zamanı sokakta geçiyordu. Her türden oyunlarımızı oynuyor, maçlar yapıyorduk. Boş bulduğumuz arsaları oyun alanı haline getiriyorduk. Her ne kadar Atari salonları yeni yeni mantar gibi türemeye başlasa da evlerdeki yerini henüz almamıştı doğru düzgün. Öyle ya koskoca semtte birkaç kişinin evinde video oynatıcı cihaz varken Atari’ye sıra gelememişti daha.

Arkadaşlığın, kardeşliğin, yarenliğin ne demek olduğunu bizim kuşak daha çocukken öğrendi. “Sofra adabı nedir? Büyükleri saymanın, küçükleri sevmenin sebebi ve sonucu nedir?” bizler çok iyi biliriz. En önemlisi de dürüstlüğü öğrendik.

Yalan diye bir gerçek olduğunu bizler ancak 2000’lere gelince hissetmeye başladık. Çünkü o güne kadar hepimiz birbirimizin evine girip çıktığı için saklayacak bir şeyimiz de yoktu. Hoş, saklasak da hemen peşine gerçekler bir bir ortaya çıkıyordu.

Günümüz kuşağı neredeyse evden çıkmadan yaşamaya başladı. Telefon, tablet ve bilgisayarlar bir nesli sömürüp duruyor. Televizyon bile çok masum kaldı bunların yanında. Sokaklarda koşup oynamadığı için enerjisini atamayan ve sonunda da uzmanların “Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu” tanısı koyduğu nice çocuklar bugün aramızda yaşıyor ve bir süre sonra belki karşımıza bir hekim, bir hakim ya da vali olarak çıkacaklar. Geleceğimizi ve dünyamızı bu nesle emanet edeceğiz.

İnternetin her köşeyi kaptığı günümüzde artık kaçışın olmadığı da ayan beyan ortada. Birçok meslek grubu silinip giderken zanaat grubuna girenlerin adını bile anan kalmadı. Hal böyleyken bile insanlık artık teknolojinin esiri olmaktan geri adım atmıyor. Paranın bile dijitalleştiği günümüzde pek yakında yapay zeka yordamıyla yapılamayacak hiçbir şey kalmayacağı da gün gibi ortada.

1988 yılında bilgisayar kursuna kaydolduğumda duvarda, “Gelecekte bilgisayar dilini bilmemek cehalet sayılacaktır.” şeklinde bir yazı asılıydı. O dönem insan anlayamıyor. Daha bankalarda bile neredeyse bilgisayar yoktu. Bugün ise cebimizde taşıyoruz. Akıllı denilen cihazlar aklımızı başımızdan alırken birkaç kuşak göz göre göre heba oluyor. Teknoloji muazzam bir olgu. Uygarlık için, insanlık için, çağdaşlık için elbette en güncel haliyle takip edilmeli. Ama insanoğlunun da doğası gereği belirli bir tarzda yaşam biçimi var ve bundan kopmamalı. Geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımızı ve torunlarımızı sokaklarla yeniden buluşturduğumuzda bilelim ki gezegenimizi de kurtarmış olacağız.