Heft Peyker

Bir aydır, her gün mutluluk hapı alır gibi birkaç sayfasını okuduğum bu kitaba hiç başlamayabilirdim aslında.

Abone Ol

Adresime gönderilmiş kitapların çoğu gibi, onu da içine konulduğu kargo poşetinden çıkarır, önce kapağına ve içeriğine şöyle bir göz gezdirir, sonra da hakkındaki nihai kararı zamana bırakarak, masanın bir köşesine iliştirirdim. Hakkındaki nihai kararı zamana bıraktığım diğer birkaç kitap, aralarına katılan bu yeni arkadaşlarına, nice zamandır bekledikleri halde yapraklarına hiç dokunulmadığını söyler, gereksiz bir hevese kapılmasının daha baştan önüne geçerlerdi zaten. Hatta içlerinden bazıları, artık kahramanlarının tozdan görünmez hale geldiğini ve huzura çıkma umutlarını çoktan yitirdiklerini de ekleyip, zavallı “Heft Peyker”i, kaderiyle baş başa bırakabilirlerdi…

 Tahmin edebileceğiniz gibi, benim güzel “Heft Peyker” im itici kapağına ve kendisi hakkında daha önce hiçbir bilgi sahibi olmamama rağmen, çantama yerleşip, beni, birlikte uzun bir yolculuğa çıkmaya razı etti. Bunu nasıl başardığını halen daha anlayabilmiş değilim. Çantama yerleştirdikten sonra da birkaç gün boyunca dokunmadım “Heft Peyker”e; yeni bir rakibinin çıkmasını, onu yerinden etmesini umdum. Beklenen rakip çıkmayınca bin bir naz ile durduğu yerden çıkarıp, yine bin bir naz ile okumaya başladım ben de. Okudukça ipleri eline aldı, her bir sayfada hazzından bir parça tattırıp bu sefer kendisi naz etmeye başladı. Hint Padişahının kızı Nûrek’in sarayında, siyahlar giyen bir cariyenin sırrını vermek için bile sayfalar boyunca sabrımı sınayıp durdu. Yapraklarına onca işveli kadının misafir olduğu bir kitaptan başka ne beklenebilirdi ki!

Belki de “Heft Peyker”i yüzyıllar boyunca Doğu’nun meclislerinde açıp okuyanlar, hayatta bir türlü aradığı kadını bulamamış ya da bir kadın tarafından canından bezdirilmiş talihsiz erkeklerdir. Hükümdar Behram’ın kimini cenk kimini de sulh ile yedi iklimden koparıp getirdiği ve kendilerine yedi saray yaptırdığı dilberler, tıpkı Binbir Gece Masalları’nda olduğu gibi efendilerinin koynuna hikâyenin kapısından girerler. Ama onların Şehrazat’tan bir farkı vardır: Rakip sahibidirler. Bu yüzden sadece hikâye anlatmaz, kah tatlı dille, kah cilveyle, kah nazla anlattıklarının sonunu merakla bekleyen Behram’a kendilerini de beklettirirler. Erkeğin arzusuyla hikâyenin telkin ettiği sabır arada bir yanağa kondurulan bir öpücükle imtihandan geçirilir. Her bir cümlede bal damlatan dudak, dinleyicisini bir merak atlası üzerinde, bir şehirden diğerine dolaştırdıktan sonra, nihayet büyük öpücüğe hazır hale getirir. Artık çözülecek son bir sır kalmıştır…

 Heft Peyker’i tramvay vagonlarında, vapur koltuklarında, otobüs duraklarında okumaya mecbur kalmaktan duyduğum rahatsızlığı siz de tahmin edebilirsiniz. Behram’ı sarı renkli köşkte ağırlayan Rum Kayserinin kızı Hümâ’nın doğduğu şehirde, ondan bir hikâye dinlemek rahatsızlığımı elbette bir nebze olsun azalttı. Ama ne zaman başımı kaldırıp etrafıma baksam, zaman makinesi bozulduğu için ansızın kendi alemime düşüverdim. Dahası da var: Her dönüşümde yapayalnız buldum kendimi. Heft Peyker’in yedi dilbazından bir teki bile benimle birlikte yaşadığım zaman gelme lütfunda bulunmadı. Arzuladıkları ben değildim. İşvesi bir vakitler hararetli Behram tarafından içilip bitirilmiş kurak bir iklimden çıkıp gelen bu zavallı okura, sabırla hikayelerin sonunu beklemek kaldı sadece!