Ayak uçlarımızdan başlayarak, bütün bedenimizi yavaş yavaş saran yorgunluğa rağmen hergün aynı yolu bıkmadan, usanmadan yürür, aynı seremoniyi tekrarlar, bizi hayata hazırlayan, bize hayat bilgisini öğreten, o kum, o çakıl ve mucurla sıkıştırılmış kışın çamur, yazın toz-toprak içinde kaldığımız stabilize okul yollarını hiçşikâyet etmeden dakikalarca güle oynaya yürürdük…
**
Şöyle bir geriye dönüp bakıyorum;
Saflığın, duruluğun, tabiliğin, doğallığın, samimiyetin, iyi ve güzel adına, doğru ve hakikat adına ne varsa hayatta, içhuzurun yüzümüze akseden, vicdanımızın, zihnimizin, düşüncelerimizin kısaca insanı insan yapan, bizi biz yapan içdünyamızın, ruhumuzun kirlenmemiş, o tertemiz yılların fotoğrafıdır çocukluk…
Kötülüklerden, fenalıklardan, her türlü çirkinlikten, yalandan, dolandan bihaber, habis duyguların kafalarımızı işgal etmediği, zihinlerimizi henüz ele geçirmediği, içsesimizin dış seslere kulak vermediği günlerin adıdır çocukluk…
Hafif bir tebessümün, tatlı bir gülümsemenin o çocuk yüzlere ne de çok yakıştığı, en alasından yaramazlıkların, haylazlığın, haytalığın en kralının yapıldığı, en saf, en temiz, en duru hatıraların, en berrak anıların biriktirildiği zamanın adıdır çocukluk…
Gündüzün uzun sürmesi, zamanın durması, saatlerin geçmesin istendiği, bazen bir elma şekeriyle, bazen paylaşılan kırık bir kurşun kalemle, bazen bölüşülen yarım bir silgiyle ve belki de büyüklerin aldığı yeni bir kilteli lastik ayakkabının ayakları sarmasından duyulan mutluluğun adıdır çocukluk…
O günlere dair onlarca şeyin ölçüp biçilmeden, eğip bükülmeden, iyiden iyiye, adamakıllı, enikonu düşüncesizce ama mertçe… ölçüsüz, tutumsuz, hesapsız ama dürüstçe yapıldığı… ve dahi hiçbir hesabın üzerlerine kalmadığı hayatın en güzel yanıdır çocukluk…
Ve belki de, duyulan korkuların, görülmeyen sevginin, söylenmeyen güzel sözlerin, gösterilmeyen şefkatin, minik yüreklerin kör bir noktasında açtığı ve bedenler büyüdükçe büyüyen koskoca bir eksikliğin, bırakılmış yalnızlığın, korumasız sahipsizliğin kıyıya vuran adıdır çocukluk…
**
İnsan büyüdükçe, mevsimler bozulmaya, günler, haftalar, aylar karışmaya, akrep ve yelkovan hızla dönmeye, zaman hızlı akmaya başlıyor…
İnsan büyüdükçe, bedeni, ruhu, duyguları ve ihtiyaçları ile birlikte sorunları da büyüyor.
İnsan büyüdükçe, dışa vurduğu duygularıyla, sözleriyle, davranışlarıyla ölçülmeye-değerlendirilmeye başlıyor…
İnsan büyüdükçe, güzel ve çirkin olanla, iyi ve kötü olanla, doğru ve yanlış olanla kendi içdünyasında bir tercih çatışması yaşıyor…
İnsan büyüdükçe, yola çıktıklarının, yolda karşılaştıklarının, hayatın karşısına çıkardığı zorlukların fiziksel bitkinliğini, psikolojik tükenmişliğini, mental yorgunluğunu bütün hücrelerinde, iliklerine kadar hissediyor…
İnsan büyüdükçe, mutluluğu da mutsuzluğu da, sevinci, kederi ve hüznü daha bir tanıyor, daha bir tadıyor…
İnsan büyüdükçe, geleceğe dair kaygılar gitgide artıyor, kaygılar arttıkça yaşam kalitesi düştükçe düşüyor...
İnsan büyüdükçe, hayat gözünde büyüdükçe büyüyor, büyüyor, büyüyor…
İnsan büyüdükçe, fıtratından uzaklaşmaya, mayası bozulmaya başlıyor…
Dünyaca ünlü Rus Edebiyatçı ve yazar Lev NikolayeviçTolstoy hayata dair şu önemli tespiti yapar;
“Hayat bizi dört işlemle sınar. Gerçeklerle çarpar, ayrılıklarla böler, insanlıktan çıkarır ve sonunda topla kendini der.”
Aslında herkes, hepimiz, onlar, bunlar, şunlar, her insan, her birey, her fert, her kişi dünyanın neresinde olursa olsun sürekli, devamlı, aralıksız, biteviye malıyla, servetiyle, makamıyla, canıyla, sevdikleriyle imtihandadır.
Ve insan büyüdükçe, yüzleşmekten korktuğu gerçeklerin, katlanamadığı ayrılıkların, insanı insanlıktan çıkaran ahlaksızlıkların, çirkinliklerin, pisliklerin içinde kendini koruyamazsa…
Ve dahi insan büyüdükçe, yolsuzlukların, hırsızlıkların, adam kayırmaların, gözünde büyüttüğü sorunların, çözemediği problemlerin, sonuca varamadığı meselelerin içinde kendini toparlayamazsa…
Hayatın o en uzun maratonunda kopar, kaybolur gider…
**
Alman filozof ve yazar Arthur Schopenhauer de şöyle der:
· “Hayat; acı ve can sıkıntısı arasında, bir sarkaçgibi bir ileri bir geri sallanır ve aslında bunlar, onu oluşturan bileşenlerdir.”
Evet, insan büyüdükçe, yaşadıkça ve yaşlandıkça dün ve bugün arasında, düş ile gerçek arasında, acı ve can sıkıntısı arasında (bazen) çocukluğuna, bazen yetişkinlik dönemine gider gelir.
Evet, insan büyüdükçe, yaşadıkça ve yaşlandıkça o saf, o duru, o tertemiz yılların hüküm sürdüğü çocukluğu gözlerinin önüne bir film şeridi gibi süzülür. Özgürce koştuğu sokakları, oyunlar oynadığı arkadaşlarını, bindiği bisikletini, isteklerin kayıtsızca karşılandığı günleri özler, geçmişini ele geçiren bugünü hiçsevmez.
Ne geçmiş geri getirilebilir, ne de dün yeniden yaşanabilir…
Hayat; hep dikine, hep boyuna, hep ileri giden, durmadan işleyen bir zaman makinesidir.
Hayat; insanı sürekli öğüten, sürekli eğeleyen, sürekli yontan, sürekli düzleyen, sürekli tesviye eden, ve nihayetinde o kertik noktasına gelinceye kadar yiyip bitiren bir ömür törpüsüdür.
**
Zamanı durdurmak, hayatın akışına engel olmak, mümkün mü?
Asla…
Bir ihtimal var mı?
Kat’a…
İnsan; acı ve tatlı olaylarıyla, sevinçve hüzünleriyle, güzellik ve çirkinlikleriyle, doğruları ve yanlışlarıyla, anı ve hatıralarıyla, madde ve mana âleminde, hayatı meydana getiren bütün bileşenleriyle yaşamaya devam eder…
Kimileri çok erken büyür, kimileri çok erken tanışır hayatla, kimileri çok geç, kimileri ise hiç…
Siz “hiç” dediğime bakmayın…
Hayat insanın kendi seçimidir…
Hayat aslında, okunan “ezan” ile verilen “sela” arası kadardır…
Hayat aslında, bir imtihan, büyük bir sınavdır…
Ve “dünya” bu sınavın “merkez üssüdür.”