Haliç’te yürümenin felsefesi vardır. Sanki sonsuzluğu kucaklamaya gider gibi yol boyunca, kâinatın her zerresini bağrına basıp, yaprakları, çiçeklerini teker teker, saniye saniye tefekkür etmek. Gökyüzü ile hemhal olmak, manzaranın görkemi, zaman ve mekândan sıyrıldıkça hızın yerine yerleşen, derin yavaşlık. Parantez içine alınmış bir yalnızlık, mutluluk, dinginlik vaktidir. Endişelerin yükleri hafifler, anlık unutulması gerekenler unutulur. Duyguların yoğunluğu insanı hem güldürür, hem ürpertir. Deniz yazı kürsüsü olur, gökyüzü ise çatısı, karabataklar kurgunun kahramanı.
Kimi zaman Galata Kulesi’ne sırtımı verip, camileri, sarayları karşıma alırken, kimi zaman da köprünün ortasında yarımadayı panoramik temaşa ederim. Zaman esner, Haliç derinleşir. Sabahın ilk saatleri ile bulutlardan yansıyan ışık denizde raks eder. Gökyüzü ile deniz Haliç’te erer visale. Tekne turu yapanlar, balığa çıkanlar, herkes zamanın dışında mekânla hemhaldır.
Gün batımı da bir başkadır Haliç Köprüsü’nde. Bir tarafta eve dönüş telaşı, şehrin meşakkati. Bir tarafta som altından güneşin dingin, usulca deniz üzerine yansıyarak gözden kaybolması… Necip Fazıl dizelerindeki gibi; ‘’Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.’’
Haldun Hürel, Burası İstanbul eserinde, ‘’Haliç, Boğaziçi’nin Kızı mı?’’ diye kaleme aldığı makalesinde, ‘’Evet, kızı! Özbeöz kızı hem de!’’ der. İstanbul’un kuruluşuyla ilgili dünyaca ünlü bir efsaneyi anlatır:
‘’Paganizm (çoktanrılıcılık) döneminden hepimizin adını çok duyduğu Baştanrı Zeus sahneye çıkıyor. Karısı da Tanrıça Hera’dır, bu tanrıların babasının. Ama araları iyi değildir karıkocanın o sıralar. Zeus bunu fırsat bilir ve gider karısını İo adında bir genç kızla aldatır! Ama kıskanç Hera bu feci durumu hemen öğrenir.
Bunun üzerine takip edildiğini anlayan Zeus, yanındaki sevgilisi İo’yu karısı Hera’nın hışmından korumak için, onu bir ‘’buzağı’’ kılığına sokar hemen. Ve sonra da İstanbul’un Asya yakasından Avrupa tarafına uçuşur. İo, küçük bir buzağı olarak havadan Boğaziçi’ni aşar böylece. O günden bu yana da bizim şirin Boğaziçi’miz ‘’Buzağı Geçidi’’ diye bilinir. Yani Bosforos!
İo’nun gideceği yer bellidir. Uçar uçar ve sonunda İstanbul’da Bizantion’dan da önce ilk yerleşimlerin görüldüğü Alibeyköy Deresi’nin gerilerinde, eski elektrik fabrikasının yakınlarındaki bölgeye iner. Burada peri diye adlandırılan bir prenses yaşamaktadır tebaasıyla birlikte. Adı da Semastra’dır. İo bunun yanında, Zeus’tan olan hamileliğini geçirir ve bir süre sonra bir kızı olur. Adını ‘’Keras’’ koyar İo ve bu ismi, yakınındaki muhteşem bir liman olan Haliç’e verir, ‘’Sikirokeras’’ diye… Tarihi iç limanımız olan Haliç’in lakabı ‘’Altın Boynuz’’ da bu şekilde ortaya çıkar.’’
Efsane bitmez, Keras büyür güzel bir genç kız olur, Denizler Tanrısı Posedion ile evlenir. Posedion ile Keras’ın Bizas adında gürbüz bir çocuğu olur ve Yunanistan’a gider, yanındaki adamlarıyla birlikte bir şehir kurmak için İstanbul’a döner. M.Ö. 7. yüzyılda, Sarayburnu sırtlarında bugün Topkapı Sarayı eteklerinde, ‘’Bizantion’’ kentinin temellerini atar. Surlarla çevirir. Bir tarafında ‘’Bizas’’ diğer tarafında ‘’Bizantion’’ yazan paralar bastırır. Konstantinopolis'in binlerce yıllık tarihi sürecini başlatan efsane budur.
“İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” Hadisi şerifi ile müjdelenen, 1453 ile birlikte Fatih’in İstanbul’u olur ve ebediyen İstanbul, minarelerin şehri.