2016 yılında cennetmekânın 36’ıncı vefât yıldönümü vesilesiyle kaleme aldığım iş bu yazıyı Son Devir haber portalında yayınlamıştık. Son Devir kapanınca haliyle yazımızın linki de düştü. “Sadırda kalmaz satırda kalır” fehvasınca sekiz yıl önce yayınladığımız yazıyı güncelleyerek yeniden değerli okuyucularımızın irfanına arz ediyorum.
“Ne dervişlikte, ne şeyhlikte, ne imamlıkta iş yok... İş, Allah’ın rızasını kazanabilmekte… İş, Allah’ın rızasını kazanabilmekte… İş Allah’a kul olabilmekte…” buyuran M. Zahid Kotku’un (ks) ruhu için Fatihalar okuyalım.
Rahmet olsun
Geçtiğimiz hafta Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı’nda oldukça yoğun geçen bir günün akşamında Son Devir için köşe yazısı kaleme alıyordum. Niyetim, 14 Kasım Cuma günü, rahmeti vesile kılarak, uzun yıllar Vefa Spor Kulübü’nde oynayan, 40 yaşında hidayete erip yalan dünyayı İstanbul’da ve Türkiye’de bırakarak Medine’ye Hicret eden Üsküdarlı İbrahim Dirlik Efendi’nin hayat hikâyesini yazmaktı. Tam bu esnada Boğaziçi Üniversitesi Kimya bölümü öğrencisi Kenan kardeşimiz yanıma gelerek “İbrahim Ağabey, haftaya Cuma günü Sondevir’deki köşenizde ne yazacaksınız?” diye sordu. Kenan’a, “Üsküdarlı İbrahim Efendi’yi yazacağım” dediysem de “Önümüzdeki hafta Mehmet Zahid Kotku Hazretleri’nin vefat yıldönümüdür, bu hususta bir yazı yazsanız âlâ olur” cevabını verdi.
Mehmed Zahid Kotku (ks) hezâ mürşid-i kâmil. Cennetmekâna dair bir yazı kaleme alma niyetim vardı. Dünya Bülteni haber portalının yazı işleri müdürü Ahmet Sezer ağabeyimizin özel talebine istinaden, M. Z. Kotku Hazretleri’nin de postnişini olduğu Gümüşhanevî Dergâhı üzerine bir yazı/dosya hazırlamak için Cağaloğlu’nun yolunu tutmuştum. Üzerinde yeller esen ve fuzuli şâgilleri bulunan kutlu dergâhın arazisinde bir müddet vakit geçirip sokakta birkaç kare fotoğraf çektikten sonra belge talebi için Üstad Kadir Mısıroğlu’nu ziyaret etmiştim. Müverrih Mısıroğlu konuyla ilgili olarak ser verdi; sır vermedi! Hâsılı, yazı başka bir bahara kaldı…
Kenan kardeşimizin talebini de kırmak olmazdı. Gençlerin heyecanına ortak olmak lazım gelir. Kenan'a kısa sürede Eş-Şeyh M. Zahid Kotku Efendi Hazretleri’ne dair efradını cami bir yazı hazırlamanın imkân dâhilinde olmadığını söyleyip “Zaman çok kısa, istersen sen yaz, ben gözden geçireyim” dedikten sonra muhatabıma vefayat/anma yazılarımın linklerini gönderdim. Kenan ilgili yazılarımın tamamını okudu, üslubuma aşina oldu. Ve böylelikle Kenan kardeşimizin talebi yerine getirerek, vefatının 34’üncü yıl dönümünde Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’ni hayır ve rahmetle yâd etmeye vesile bu köşe yazısı ortaya çıktı. Aşağıdaki yazının metni Kenan’a; birkaç küçük ilaveyle birlikte redaksiyonu fakire aittir.
(...)
(Yıl M.1897/H.1315.)
Osmanlı Cihan Devleti’nin sancılı günleri... Sultan II. Abdülhamid Han idaresinde, Devlet-i Âli Osmaniyye Yunan’a karşı çetin bir harp veriyor. Yunan ile savaş sürerken; Anadolu’nun garbında, Rumeli’de-Makedonya’da-Bulgar isyanları var, doğuda Ermeni çeteler isyan ediyor. Bütün olup bitenlerin başlıca sebebi olan Siyonizm ise mezkûr dönemde Theodor Herzl’in başkanlığında Basel’de düzenlenen bir kongre ile dünya gündemine “resmen” giriyor. Dâhildeki fakirlik, Kırım Harbi’nden beri ödemesi bitmek bilmeyen dış borçlar ve olup-biten siyasi hadiselere rağmen Sultan Abdülhamid Han; demiryolları, şoşe yollar ve köprüler yapmaya, -kendi ifadeleriyle- “Her camiinin yanında bir de mekteb açmaya” kararlılıkla devam ediyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, hariçten Âli Osman’ı –bilhassa Sultan Abdülhamid Han’ın idaresinde kaldığı müddetçe-yıkamayacaklarını anlayan hainler, bu gayelerine varmak için, içerideki kuklalarını (ve onların vesilesi ile –maalesef günümüzde de görebildiğimiz gibi-bir kısım bedbaht vatan evlatlarını) kullanarak, “İttihad ve Terakki” yalanından hareketle Âlem-i İslam’ı şamil bir “İftirak ve Tedenni” nizamı kurmaya çalışıyorlar...
Bu satırların müellifi, Muhammed Zahid Kotku Hazretleri’nin hikâyesine geçmeden, öncelikle, dünyaya gözlerini açmış oldukları devrin ve ülkenin hâline pürmelâline kısaca ayna tutmak istedi.
O dönemde güneş ufuktan tabiri caizse ağlayarak selam ediyor. Lâkin, çağ doğuma durmuş... Yeni bir çağa can katsın diye bir kadın, bir can doğurmuş. Yer Bursa... Kaleiçi’nin Türkmenzâde Çıkmazı’na uzanan menzilde bir güneş doğmuş. Âtide, biiznillah hizmetlerini Anadolu’dan Hicaz’a; Mağrip’ten Maşrık’a ve hatta Afrika’nın doğusundaki küçük Komor Adaları’na varıncaya kadar dünyanın dört bir tarafına ulaştıracak kutlu çocuğun ismi, -“mütevazı” manasına gelen soy ismi ile birlikte- Muhammed Zahid Kotku... (Kendilerine, muhterem babaları, “Oğlum Mehemmed!” diye hitap ederlermiş.)
Muhterem babası ve valideleri h.1297’de Dağıstan’ın hicret eden Müslümanlarından. Kıymetli babası İbrahim Efendi, Bursa’ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamza Bey Medresesi’nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış Hz. Peygamber (sav) sulbünden gelen bir seyyid ve mutasavvıf... (1929’da 76 yaşında Bursa Ovası’nda, İzvat köyünde vefat etmiş ve oraya defnolunmuşlar.) Pak anneleri, Sabire Hanım da Seyyid(e)… Muhammed Zahid Efendi (ks) 3 yaşlarında iken, yeni bir kardeş dünyaya getirmiş, lohusalık hali devam ederken de vefat ederek şüheda defterine kaydolmuş. Muhammed Zahid Efendi’nin (k.s) validesine dair hatırlarında kalan tek şey; muhterem babasının bir bayram öncesi eve gelirken yanında bir çift pabuç getirmesi ve “Oğlum Mehemmed, annen sana bunları cennetten gönderdi” demesi imiş. Bu anne ve babadan doğma ağabeyleri Ahmed Şâkir Efendi (h.1308-h.1335) ise, subaylık yapmış, Kudüs ve Çanakkale’de bulunmuş, cephede hastalanmış; 28 yaşında vefat etmiş. Babalarının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden Fatma Hanım ile olmuş, Ondan doğma üç kız kardeşleri daha olmuş (Bunlardan Pakize Hanım’ın beyi de, Bursa Ulu Camii imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmed Efendi’dir.)
Kendileri ilk mektebi, Oruç Bey İbtidâîsi’nde okumuşlar, ardından Maksem’deki idâdiye ve sonra da Bursa Sanat Mektebi’ne devam etmişler. Bu esnada patlak veren Birinci Cihan Hârbi sebebiyle, askere alınmışlar; senelerce askerlik yapıp, birçok hastalıklar atlatmışlar; ordunun Suriye’den çekilmesinin akabinde de, binbir güçlükle İstanbul’a dönmüşler. İstanbul’da bulundukları esnada, çeşitli dini toplantılara, derslere, vaazlara devam etmişler. Ve bahusus Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi’yi (ra) çok sevmişler. El yazısı ile kaleme aldıkları hatıra defterlerindeki en önemli bilgilerden birisi de, “Elhamdülillah! Bugün Tarikat-ı Âliye’ye girmem nasib oldu” cümlesini yazdıkları tarih olan 16 Temmuz 1336/1917’dir O gün, Ayasofya Camii’nde Cuma namazını edâdan sonra, vilayet binası önünde bulunan Fatma Sultan Camii’nin yanındaki Gümüşhânevi Tekkesi’ne Dağıstanlı Şeyh Ömer Ziyaeddin Efendi’ye (ks) giderek intisab eylemişler. (Sultan Vahidüddin Han’ın da Ziyaeddin Efendi’nin bir müridi olduğunu belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz.)
Ömer Ziyaeddin ed-Dağıstanî (ks) Hazretleri’nin 18 Kasım 1921 (Hicri 1339) Cuma günü vefatından sonra Dergâh’ın poştnişini olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin yanında tahsil-i kemâlâta devam etmişler, birçok defalar hâlvete girmişler... Tabir-i caizse, üzerlerine vazife edilmediği halde ne varsa yapılabilecek (mescidin tamamen temizlemek, aşçıya yardım etmek, müezzinlik ve ezan okumak vb.) hizmetlerde bulunarak kısa zamanda çok mesafeler katetmişler. Ve 27 yaşlarında Hilâfetnâme ile birlikte, Râmûz-ul Ehâdis, Hizb-i Azâm ve Delâilül Hayrât icazetnamelerini de alarak Bayezid, Fatih ve Ayasofya Camii ve medreselerinde derslere devam etmişler; bu esnada hafızlıklarını da ikmal etmişlerdir. Talebelerinden, sanat ve sanatkâr dostu, koleksiyoner Sami Tokgöz hafız oluşları ile ilgili olarak ise, şu iki hatırayı aktarır:
“Hocamız, Ömer Ziyaeddin Efendi, çok meşhur bir zat olmakla birlikte bu müridi, pek dikkatini çekmiş, hatta bir seferinde elini öperken, “Hoş geldin Hafız Muhammed” dediği için de, üstadı daha hayatta iken, kısa zaman içerisinde -bu üç/beş ay gibi bir süre- hafız olmuştur hocaefendi. Hocasının bu sözünden dolayı. Demek ki, üstadım bizim hafız olmamızı istiyor diye...”
Mustafa Feyzi Efendi’nin (k.s) vefatından sonra, Bursa’ya dönerek, yerleşmişler ve evlenmişler, 1929’da vefat eden babalarının yerine İzvat Köyü’nde, 16 yıl imamlık yaptıktan sonra, Bursa’da önce bir müddet Veled Veziri Camii’nde fahri hatiplik yaptıktan sonra, Üftade Camii Şerifi’nin imam-hatipliğine tayin edilerek, şehir (hisar) içindeki baba evine yerleşip, burada 1945-52 yılları arasında hizmet etmişlerdir.
Günümüzde ortalık güllük-gülistanlık... Dinin gereğini yaşamanın ve yaşatmanın, tebliğin, irşadın, irfanın önünde herhangi bir engel bulunmuyor. Şimdi, 90 yıl öncesinin genç Türkiye’sinin dini-ictimai hayatına göz atalım…
Her devrim önce kendi insanına kast eder. Bunu anlamak isteyenler, “Ben hatun kişiyim. Şapka ile derdim ne ola ki!” diyen Erzurumlu Şalcı Bacı’yı, Şapka devrimine muhalefeti sebebiyle (!) (Devrimden bir buçuk yıl önce yazmış olduğu bir kitabı bahane edilerek) asılan İskilipli Atıf Hoca’yı, zulmen idam edilen Babaeski müftüsü Ali Rıza Hoca’nın kan, gözyaşı ve hicran dolu hayatlarını araştırsın… “Tekke, zaviye ve türbelerin (dahi) kapatıldığı yıllarda bu topraklarda neler yaşanmış, ne türden acılar tadılmıştır?” sualini orta yerde bırakarak mevzuumuza devam edelim.
Böyle bir devirde İstanbul’dan Bursa’ya gider Muhammed Efendi Hazretleri... Gidecektir de… Fakat, gidişi, onun hizmetleri zaviyesinde, toprağın, İstanbul’da nadasa bırakılması kabilindedir. Zira bir gün O, İstanbul’a tekrar dönecek ve gelişiyle susuz gönüller suya kanacaktır. Kendilerinden önce, Hasib ve Aziz Efendi’nin (Allah onlara rahmet eylesin) ektiği tohumlar da susuz kalıp solmayacaktır. Biiznillah, biinayetullah, bilütfullah, nice gonca güle duracak ve zamanla O’nun gönül harında olgunlaşarak açacaktır.
Hikâyemize devam edelim. “Peki, bunca hadise olup biterken, camiiler odunculara satılıp yatakhaneye çevrilirken ve hatta haddini bilmeyen edepsizlerin elinde “ahır” haline getirilirken, Üftade Camii’nin durumu nasıldı?” dediğinizi duyar gibiyiz. Bu sualin cevabını, yine Sami Tokgöz Üstad’dan aktaralım:
“...İzvat köyünden Üftade Camii’ne tayinleri çıkınca, zaten oradaki Üftade Camii ve tekkesini, artık, ahır olarak kullanıyorlarmış maalesef... Üstadımız, oraya tayin ile geliyor. Gelince ilk yaptığı iş, kolları sıvamak oluyor. Camiinin temizliği ile, boyası ile, badanası ile, her şeyi ile alakadar olup camiinin içini tertemiz, gıcır gıcır yaptırdıktan sonra, hiç kimsenin uğramadığı cami, o andan itibaren, dolup taşmaya başlıyor. Bu husus, emniyetin hemen dikkatini çekiyor ve merkeze çağırıyorlar...”
İkinci Defa İstanbul’a Gelişleri
1952 yılının Aralık ayında, Gümüşhanevî Dergâhı’nın poştnişini, eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine Hazretleri’nin (ks) vefatı üzerine İstanbul’a gelerek, merhumun cenazesi ile ilgilenirler ve cennetmekânın hizmet ettiği Zeyrek Çivicizade Camii’nde hizmete başlayarak ve burada 1/10/1958 tarihine kadar vazife yaparlar. Daha sonra İskenderpaşa Camii Şerifi’ne nakil olunarak vefatlarına kadar bu camiide vazifeli olarak kalırlar.
“Ben bunları bilmem sen bilenlere sor”
İstanbul’da sohbetlerin henüz daha yeni başladığı günlere ait bir hatıra Zahid Efendi’nin tevazuunu şu şekilde ortaya koymaktadır:
(Merhum Abdülaziz Efendi (k.s) Hz.leri bilhassa dindar üniversite gençlerini etrafına toplamıştır. Sohbetlerinde, sorulan soruları sabırla dinler ve bunları cevaplar imiş. Kendisinin Dr. Nurettin Topçu gibi bir değeri bize kazandırdığı göz önüne alınırsa öyle zannediyorum ki, bunun hususiyeti daha iyi anlaşılacaktır)
“...Hocaefendi, koynundan küçük kırmızı bir not defteri çıkartıyor ve ‘Sizlere talebe iken aldığım notlardan bazı satırlar okuyayım diyor...’ Abdülaziz Efendi’ye soru sorma alışkanlığımız sebebiyle bir arkadaş, ‘Efendi Hazretleri, Muhyiddin-i Arabi Hz.lerinin vahdet-i vücud nazariyesi ile ilgili...’ diyecek oldu. Hocaefendi, ‘Evladım, bunları bilmem, sen bunları bilenlere sor’ deyince, o güne kadar ‘Ben bilirim’den başka bir şey bilmeyenlerin doldurduğu bu nefsaniyet âleminde ilk defa duyduğum bu tevazuu şahikası karşısında yerlerin dibine geçerken, bu sözü söyleyebilmek sultanlığına erişen yeni hocamız gözümde Himayalar kadar yüksek geldi...”
Şeyh Efendi’nin Görünmeyen Üniversitesi
Muhammed Zahid Kotku Hz.leri hakkında, hayatı/nasihatleri istikametinde ne kadar yazılırsa yazılsın, O’nu belki de en iyi, Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan’ın, “Görünmeyen Üniversite” ifadesi özetler. Kimler yetişmedi ki bu üniversiteden! Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’dan, Prof. Dr. Sabahattin Zaim’e, Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’dan Prof. Dr. Cevat Akşit’e, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dan, İçişleri eski Bakanı Korkut Özal’a, Eski bakanlardan Recai Kutan’dan, Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan’a kadar pek çok zat O’nun feyiz menbaından müstefid oldu. Daha kimler kimler, görünmeyen üniversitenin rahle-i tedrisinden geçti…
Tekrar dönelim hikâyemize...
Muhammed Zahid Efendi’nin, bu “görünmeyen üniversite”sini “Görünmeyen Üniversite” isimli kitabında Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan şu cümlelerle aktarıyor:
“Hocaefendi, 1959 yılından itibaren hocalık ve yolgöstericilik görevine İskenderpaşa Camii’nde devam etmeye başladı. Yirmi bir yıl bu cami; bağlılıkların doruk noktasına ulaştığı, sevgi bağlarının sürekli olarak güçlendirildiği, dostluğun ve kardeşliğin en güzel örneklerinin verildiği eşsiz bir üniversite oldu... Sohbetlerde herkes sorularını sorar, sorunlarını dile getirir ve hep birlikte çözümler aranırdı. Düşünce ve görüşler açıkça belirtilerek, doğruyu aramanın yolu ve olgunluğa ermenin bilgisi, hayatın içinde, hayattan soyutlamadan anlatılmaya ve öğretilmeye çalışılırdı. Hocaefendi sık sık, Müslümanların akıllarının ve dikkatlerinin, bu dünyadan ve onun içindekilerden daha çok ötedünya üzerinde toplanması ve yoğunlaşması gerektiğini vurgulardı. Çünkü aranılan ölümsüzlük, burada değil, ötede idi.”
Görünmeyen Üniversite’nin görünen projeleri
“Görünmeyen Üniversite” yalnızca bir manevi kemâlât ocağı değildi. Aynı zamanda, sosyal meselelerin ele alındığı “görünen projeler ortaya koyan bir merkez” idi. Prof. Dr. Sabahattin Zaim Hoca’nın ifadesiyle, “...Türkiye’nin iktisadi politikaları orada (İskenderpaşa Camii) üretilirdi. Birçok faaliyetler hep oradan neş’et etmiştir. Orası bir santrüfüj pompası gibiydi, gelen fikir akımları orada olgunlaşır; oradan Türkiye’ye yayılırdı...” O, kalkınmanın öncüsü idi. Şöyle diyordu: “Bu kapının önünde cemaatin dizdiği otomobillerden rahatsız oluyorum; rahatsız oluyorum! Yabancı diyarlara ekmek parası için giden işçilerin buna mecbur kılınması beni üzüyor. O otomobillerin yerine atölyeler, fabrikalar kurulursa ve o vatandaşlara iş bulunsa, hem onlar İslâm diyarında yaşama imkânı bulur hem de biz, yabancıların kölesi olmazdık”.
Söz buraya gelmişken, Muhammed Zahid Kotku Hz.lerinin “Benim elimde büyüttüğüm evladım” dediği dehadan; Necmettin Erbakan’dan ve hocaefendinin işareti ve Erbakan Hoca’nın da ön ayak oluşuyla kurulan Gümüş Motor/Pancar Motor’dan bahsetmemek olmaz. Bu fabrika, Türkiye’nin ilk özel motor fabrikasıydı. -Hoca’nın siyaset hayatı boyunca kullandığı ifadesi ile- “Fabrika kuran bir fabrika” olacaktı. Zahid Efendi’nin “Asıl olan dışarıdan almak değil; dışarıya satmaktır. Bakın bakın, kâinatta herkes insana hizmet ediyor. Öyle ise, insanın da insana hizmet etmesi lazımdır.” nasihatinin temessül etmiş bir cüz’ü idi. O, bir laf cambazı değildi. Laf ile peynir gemisinin yürümeyeceğini hâl ve hareketleri ile ortaya koyuyordu. Yani, O, bir aksiyon dervişi idi. Bir “gönül ve istikbal mimarı’ydı” Merhum Sabahattin Zaim Hoca da, kurucu ortağı olduğu Gümüş Motor ile ilgili bir hatırasını şöyle aktarıyor:
“Almanya’dayım, profesörlük için gitmişim. Hocaefendi (merhum) Almanya’ya teşrif ettiler. Hatz fabrikasına gittiler. Hatz’dan lisans alınacak. Almanya’nın güneydoğusunda, Çekoslovakya’ya yakın bir yer... Beraber gittik. Fabrikayı ziyaret ettik. Fabrikayı incelediler ve deftere hatırasını yazmasını istediler. O da yazdı: “Dünyaları çok güzel ve mâmur; Allah iman selameti nasib etsin!”
Koleksiyoner Sami Tokgöz’den bir alıntı ile yazımıza devam edelim… “Gümüşhanevi Dergâhı”nın vilayet merkezinin karşısına kurulmuştur. Dergâh, devlet ricali ile alakadar olmuş; Osmanlı’dan bu yana, bürokrat yetiştirmiştir. DPT kurulduğunda, Zahid Efendi talebelerini, memleketin iktisadi kalkınmasına doğrudan faydalı olabilecekleri bu müessese çatısında bürokrat olarak, hizmet etmeye teşvik etmiştir. Talebelerinden Turgut Özal da bir dönem bu müessesede müsteşarlık yapmıştır.
Ahirete irtihalleri ve Bazı nasihatleri
Muhammed Zahid Efendi (ks) ömrünün son yıllarında rahatsızlanırlar; ayakta gezmesine rağmen; şiddetli ağrılardan muzdarib olmalarına rağmen, 1979 yılının yaz mevsiminde uzun zaman kalmak üzere gittiği, Hicaz’dan ağır hasta olarak 1980 Şubat’ın da Türkiye’ye dönmek zorunda kalır. Mart 1980’de ameliyat ile midelerinin üçte ikisi alınır. Sami Tokgöz Bey’in ifadesiyle “Yemezlerdi. Hiç yemez oldular.”
Ameliyattan sonra tedricen düzelirler, hatta 1980 Ramazanında hiç aksatmadan oruçlarını tutarlar. Hatim ile teravih kılarak, vaaz verirler. Yol ve imkân bulup hacca giderler. Ameliyata sebep olan rahatsızlığı tekrar nüksedince, haccı güçlükle ifadan sonra, çok ağır hasta olarak, 6 Kasım 1980’de İstanbul’a dönerler. Haccının üzerinden bir hafta geçtikten sonra 13 Kasım 1980 Perşembe günü (5 Muharrem 1401) öğle vaktine yakın, dualar, Yasinler, tesbihler ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde ahiret yurduna irtihal eder.
Ömrü ve hizmetleri satırlara sığmayan bu Allah dostunun, hayatını, mücadelesini, aksiyonunu özetleyen nasihatlerini paylaşıp “Ruhlarına Fatiha” diyerek yazımızı nihayete erdirelim: “Ne dervişlikte, ne şeyhlikte, ne imamlıkta iş yok... İş, Allah’ın rızasını kazanabilmekte… İş, Allah’ın rızasını kazanabilmekte… İş Allah’a kul olabilmekte…”
Rabbim, cümlemize şefaatlerini nasib etsin... Âmin... Ruhu şâd, mekânı Firdevs, makamı âli olsun. Ruhu için Fatihalar okuyalım.
İbrahim Ethem Gören/13.11.2024 Yazı No: 632