Geleceğimizin Kıyameti “Asbest,” Sıfır Atık ve Kentsel Dönüşümün Karanlık Yüzü

Abone Ol

"Sıfır atık" ve benzeri söylemler sıkça dillendirilse de, gerçekte yaşananlar kentsel dönüşüm değil, kentsel bölüşümün izlerini taşıyor. 3-4-10 katlı binalar yıkılıp yerlerine 25-30 hatta 40-50-80 katlı binaların yapılmasıyla birlikte, altyapıya yeterli önem verilmiyor. Yollar genişletilmiyor, trafik sorunu çözülmüyor. İşte bu noktada, gerçek sorunlarla yüzleşmek ve çözüm üretmek için daha fazla çaba sarf edilmesi gerekiyor.

Gökdelenlerin yüksekliği, depremde yıkılan yerle bir olan şehirlerimizin semalarını kaplayan toz bulutları, sadece bir hatırlatıcı değil, aynı zamanda geleceğimizin kara bulutları olabilir. Hazırlayıp sunduğum “Söz Meydanı” Programı’mda Türkiye’de ilk defa Emekli Tuğgeneral Prof. Dr. Esat Arslan'ın uyarısıyla bir kez daha gözlerimiz açıldı: Asbest, toprağa gömülen sevdiklerimizin üzerine düşen bir ölüm habercisi gibi sessizce hayatlarımıza sızıyor.

Gökdelenler yükselirken, kentsel dönüşüm projeleri hayata geçirilirken, bir yandan da sessizce bir tehdit yükseliyor: Asbest. Bu zehirli madde, binaların yıkımı sırasında havaya karışıyor ve akciğer kanseri gibi ölümcül hastalıklara neden oluyor. Sonuç olarak, akciğer kanseri vakalarında inanılmaz bir artış yaşanıyor.

Eski binaların yıkımıyla açığa çıkan asbest, nükleer bombadan yayılan gazlar kadar, hatta belki de daha tehlikeli bir tehlike. Gelecek nesillerin baş belası olmaya aday. Geçmişte, 5-10 katlı binaların atık sorununu ile hala başa çıkıp çözememişken, kentsel dönüşüm umutlarımızı paramparça olmuşken şimdi ise karşımızda çok daha büyük bir tehdit var.

Eğer küçük binaların asbest değerleri bu kadar tehlikeliyse, gelecekteki gökdelenlerin asbestiyle nasıl mücadele edeceğiz? Bu soru, sadece çözüm bekleyen bir problem değil, aynı zamanda üzerine cesurca düşünülmesi gereken bir meydan okuma.

Gökdelenler, sadece beton yığınları değil, içlerinde saklı tehlikelerin de taşıyıcısı olabilirler. Zirvedeki kravatlılar ve cüzdanlılar, doğal yaşayan ailelerin sağlığını riske atıyor hayatını elinden alıyor. Bugün aldığımız kararlar, yarın geleceğimizin teminatı olabilir ya da yok oluşun başlangıcı.

Önceden, köylerimizde büyük bir sessizlik hüküm sürerdi. Dede, baba, anne çocuk; birer mezar taşı olmadan yaşar, sevdiklerini olağanüstü bir durum olmaz ise yaş sırasına göre toprağa defnederdi. Toprak, onları sevgiyle kucaklar, sessizce kabul ederdi. Ancak şimdi, şehirlerimizin yükselen gökdelenlerinin gölgeleri altında, sessizlik kırılıyor. Gökyüzüne yükselen binaların asbesti, eski köy hikâyelerinin sessiz ritmini bozuyor.

Eskiden evlatlar; dedeleri, anneleri, babaları, toprağa defneder mezarı başında dua ederdi. Şimdi ise anneler, babalar, dedeler çocuklarını ve torunlarını toprağa gömmek zorunda kalacaklar. Ama bu kez, sessizlik değil, çığlık sesleri yükselecek. Çünkü gökdelenlerin gölgeleri altında, asbestin sessiz ölümü gizleniyor.

Bir zamanlar toprak, yaşam döngümüzün son noktasıydı. Ancak şimdi, toprak, yaşamın sonu değil, zehirli bir başlangıç olabilir. Gökdelenlerin gölgeleri altında, asbestin sessiz karanlığı, geçmişin huzur dolu sessizliğini bozuyor. Artık, toprağa gömülenler arasında sadece ölüler değil, hayatta kalanlar da var.

Belki de bu yeni gerçeklik, bizlere şehirlerimizin yükselen gökdelenlerinin altında gizlenen tehlikeleri hatırlatmalıdır. Belki de, geçmişin sessizliğinde huzur bulmak yerine, şehirlerimizin gizli tehditleriyle yüzleşmek daha önemlidir. Çünkü bu kez, sessizlik değil, mücadele ve uyanıklık zamanıdır. Gökdelenlerin gölgeleri altında, asbestin sessiz ölümünü göremeden önce, bilinçli adımlar atmamız gerekiyor.

Belki de artık gökdelenlerin gölgeleri altında toz bulutlarını değil, asbestin tehdidini düşünmek zorundayız. Belki de bu, gökdelenlerin asbestiyle savaşmak için yeni bir çağın kapısını aralamamızın zamanıdır. Gözlerimizi kapatıp bu gerçekle yüzleşmeden önce, belki de bu uyarıya kulak vermemiz gerekiyor. Gelecek nesillerin mirasına ihanet etmeden, şehirlerimizi inşa etmek için, asbestin gölgesindeki gerçekle yüzleşmeliyiz. Ve dürüst olmalıyız.

Bu gerçeği daha iyi anlamak için, gerçek yaşanmış hikâyelerden birkaçını paylaşmak istiyorum:

Bir sabah, İstanbul'un yoğun trafiği ve gürültülü sokakları arasında, bir belediye başkanı ve heyeti karar aldılar. Avrupa'nın belediyecilik başarısını yakından görmek için yola çıktılar. Yolculukları, bir Avrupa şehrinin sessiz sokaklarında son buldu. Avrupalı mevkidaşları, heyeti sıcak bir gülümsemeyle karşıladı ve onları kentlerini gezdirmeye başladı.

Görüşmeler ilerledikçe, İstanbul'dan giden heyet, kafasını kurcalayan bir soruyu artık dayanamayarak sordu: “İstanbul’da 5 katlı bir imar izni verdik ama müteahhit 6 kat yaptı. Bu durumda nasıl bir uygulamanız olurdu?"

Avrupalı belediye başkanı, gözlerini uzaklara dikti ve düşündü. Ardından, kendi ekibindeki uzman birine döndü ve sordu: "Bu tür bir sorunla hiç karşılaştık mı?” Uzman uzun bir müddet kayıtlara baktı ve “Hayır efendim” dedi.
Başkan, “bizde kanunlar sıkı bir şekilde uygulanır ve toplum bu kurallara titizlikle uyar. Dolayısıyla, böyle bir soruya cevap vermemiz mümkün değil," dedi.

İstanbul heyeti, bu cevap karşısında şaşkınlıkla karışık bir hayranlık içindeydi. Avrupa'nın düzeni ve disiplini, onlara büyük bir ders vermişti. Bu deneyim, sadece belediyecilikteki başarıyı değil, aynı zamanda toplumun kanunlara olan derin saygısını da vurguluyordu. İstanbul'da ise, bu tür bir uyumun hala çok uzaklarda olduğu açıktı.

Yine gerçek yaşanmış başka bir hikâye var sırada: Bulgaristan'ın sakin bir kasabasında, gökyüzüne yükselen taze bir yapı, Türk bir müteahhidin ellerinden çıkmıştı. Bulgar belediyesinden, 5 katlı bir imar izni talep eden Türk müteahhit, memnuniyetle beş katlı bina yapmak için izin aldı. Ancak, inceleme sırasında ortaya çıkan bir gerçek vardı: Binanın altı katlı olduğu fark edildi.

Bulgar yetkililer, müteahhide “bizden 6 kat izin isteseydin 6 kat izin verirdik neden bu şekilde proje dışına çıktın.” Dediler. Bunun üzerine Türk müteahhidin verdiği cevap ve savunması çok enteresandı: "Eğer siz bana 6 kat imar izni verseydiniz, ben bu sefer 7 kat yapardım." Dedi. Maalesef can çıkmayınca huy çıkmıyordu.

Yine bir zamanlar, Medine'nin tozlu sokaklarında, bir müşrik heyecanla Peygamberimiz'e (SAV) yaklaştı. "Ey Muhammed," dedi. Ve "Bana gaibi açıkla, görünmeyeni bana anlat!" Peygamberimiz, (SAV) bu soruya Allah'ın (CC) ilahi bir cevabı olacağını düşünerek, "Yarın sana cevap vereceğim," dedi ve müşriki gönderdi.

Ancak günler geçti, haftalar geçti ve vahiy gelmedi. Müşrikler, Peygamberimiz ‘in cevap vermemesini fırsat bilerek saldırdılar. "Senin Allah'ın yok mu? Neden cevap vermiyorsun?" diye alay ettiler. Onun sahte bir peygamber olduğunu iddia ettiler.

Sonunda vahiy geldiğinde, Peygamberimiz, müşriklere dönüp şu sözleri söyledi: "Gerçekten de, gaibi sadece Allah bilir."

Bu hadise Kur'an-ı Kerim’de (el-Müddessir Suresi, 74-11), Peygamberimize Allah'ın iradesine teslim olmayı ve her şeyin zamanında olacağını hatırlatır. Bu vesileyle, insanlar olarak Allah’tan (CC) isteklerimizde ve verdiğimiz sözlerimizde her zaman "İnşaAllah" demenin önemini vurgularız.

Bu olay, sadece gaibin Allah'a ait olduğunu hatırlatmakla kalmadı, aynı zamanda insanların hatalarının gelecekte nasıl sonuçlanabileceğini de vurguladı. Çünkü göz yumulan haksızlıklar, çalınanlar alınıp/verilen rüşvetler ve kaçak yapılar, bir zamanlar yaşanan depremlere bakarak geleceğin nasıl şekillenebileceğini gösteriyor bizlere. Oysa insanlar bu gerçeği o zaman anlamış ve doğru yolu seçmiş olsaydı, içinde bulunduğumuz zaman diliminin ve bu anımızın daha iyi bir şekilde inşa edilmesine yardımcı olabilirlerdi.

Hiçbir şey için geç değil. Gelin, hep birlikte el ele verelim. Yatay mimari ile doğayla barışık, kültürümüze ve geleneklerimize uygun şehirleri birlikte inşa edelim. Gelecek nesillere daha sağlıklı, daha sürdürülebilir bir çevre bırakmak için bugün adım atalım. Birlikte hareket ederek, daha yaşanabilir bir dünya için çaba gösterelim.


Evet, gaibi ancak Allah bilir, fakat insana da bir irade verilmiştir. Allah, bu iradeyi doğru ve güzel olanı tercih etmek için kullanmayı bizlere bırakmıştır. Dedemin ve babamın bana naklettiği bir atasözü vardır: "Göz o dur ki dağın arkasını görmeli, akıl odur ki geleceği gelmeden bilmeli." İşte bu söz, öngörünün ne kadar önemli olduğunu vurgular. Şimdi, karar verme anı gelmiştir. Geçmişteki öngörüsüzlüklerin izlerini sürmeye devam mı edeceğiz, yoksa bulutlara bakarak dağın arkasında yağmur yağıyor, orada insanlar ıslanıyor, ayakları yağan yağmurun etkisiyle çamurun içinde sürünüyorlar diyebilecek miyiz?

İşte bu hikâyeler, tarih boyunca tekrar yaşanmasın diye asırlardır kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Yaşamımız boyunca, gelecek kuşaklara bırakacağımız mirasın hem iyi hem kötü yönleriyle hatırlanacağını unutmamalıyız.

Unutulmamalıdır ki tarih aptallar için kötü bir şekilde tekerrür eder. Doğrular ve dürüstlerin; dünü bugüne, bugünü yarına hiçbir zaman eşit olmaz olamaz. Hep iyiden güzelden yana katlanır da katlanır.  Geleceği tahmin etmek ve doğru kararlar almak, hayatımızın her alanında önemli bir rol oynar. Geçmişte yapılan hataları analiz ederek, bu hatalardan ders çıkarmak, geleceği daha iyi bir şekilde şekillendirmek için temel bir adımdır. Ancak bu, sadece bugün için değil, gelecek nesiller için de geçerlidir. Attığımız her adımın, gelecek kuşakların yaşam kalitesini etkileyebileceğini unutmamalıyız. Bu nedenle, kararlarımızı dikkatlice düşünmeli, geleceği göz önünde bulundurarak hareket etmeliyiz. Gelecek için sürdürülebilir ve sağlam temellere dayanan bir dünya bırakmak, hepimizin sorumluluğudur.

Ezcümle yöneticisinden, beyaz yakalısına, amirinden memuruna, yetkilisinden akademisyenine, kişiden toplumun tamamına kadar her birimiz, içten bir değişimden geçmedikçe hiçbir şeyin düzelmesini beklememeliyiz. Öncelikle kendi önümüzü süpürmeli ve doğru yolu bulmak için kişisel sorumluluk almalıyız.

Selam ve dua ile kalın sağlıcakla!..