1949 yılında “Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın barbarca olduğunu” yazmıştı Alman Yahudisi filozof Theodor W. Adorno. Gerçi uzun yıllar sonra Negatif Diyalektik adlı kitabında “acının da dile gelme hakkı” olduğunu ve bunun “işkence altında çığlık atma”ya benzediğini söyleyecektir ama ilk ifadesi yandaşları tarafından, asla telaffuz etmediği “Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın imkânsız olduğu” kılığına sokularak sloganlaştırılmıştır.
Öte yandan Adorno “Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın barbarca” olduğunu söyleyerek önemli bir tartışmayı da ateşlemiş olur. Ortadaki gerçeklik hayal gücünün olduğu kadar düşüncenin de sınırlarını aşmıştır. Hayal gücü gerçekliğin gücü karşısında susmuştur. Şiire tasavvur edecek pek bir malzeme kalmamıştır. Şiirin ufku kapanmıştır gerçekliğin kara bulutları tarafından. Gerçeklik şiiri aşmıştır çünkü. “Edebiyat hazırlıksızdı, böylesi tasvirler için araçtan yoksundu” demiştir Alman şair ve tiyatro adamı Bertolt Brecht. Yapılabilecek şey, “Çaresizliğe güzelleme düzmekti.”

Auschwitz Kampı.
7 Ekim 2023’ten itibaren Gazze’de karşımıza çıkan somut tablo ise Auschwitz veya Bergen-Belsen gibi Nazi temerküz kamplarında yaşananlardan çok daha çıplak ve irkilticiydi. Çünkü ilkinde izler ve sözlü anlatılardan yola çıkılıyordu, burada ise canlı yayınlarda bile bir mahallenin nasıl havaya uçurulduğunu, kafası kopmuş veya beyni akmış çocukların “çığlıkları”nı, dekompoze olmuş, yani çürümüş cesetlerin Rafah’a giden “izinli yol”un kenarlarına dikilmiş ağaçlar gibi gelip geçeni kayıtsızca seyrettiği bir “Vahşi Batı” manzarasını anında ve birebir yaşıyorduk.
Eğer Adorno’nun dediği gibi Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarca ise Gazze’den sonra yazı yazmak bile barbarcadır. Çünkü yaşananlar kalemin ihata kudretini zayıflatmıştır. Hatta alfabeyi toptan çöpe atsak da pek bir şey değişmeyecektir.
Bir şey değişmeyecektir, çünkü 7 Ekim’den sonra yazılan, çizilen, ‘atılan’ on milyonlarca mesajın hiç bir işe yaramadığını görüyor ve kahroluyoruz hala utanç hissi kaybolmamış Che Guevera’nın ak saçlı kızı gibi “hanif”lerle beraber.

Gazze’ye füzeler böyle yağdı!
Bu arada “7 Ekim’den beri” dediysem sözün gelişi dedim. Aslında 14 Mayıs 1948’den beri, demeliydim veya Osmanlı bayrağının –ki bugünkü bayrağımızdır- Filistin’i terk ettiği 19 Eylül 1918’den beri…
Velhasıl Filistin’de zulüm 7 Ekim’de başlamadı, bayrağımızın gölgesinin üzerinden kalktığı tarihten beri, tam 106 yıldır sürüyor.
Halbuki zulüm kelimesi Gazze’de yaşananlar yanında bir bebek yüzü kadar masumane kalırdı. Dolayısıyla yepyeni bir kelime icat etmeliyiz Siyonistlerin Filistinlilere yaşattığı faciaları ifade etmek için.
Bir yandan toprakları yalnız işgal edilmiyor, alenen çalınıyor Gazzelilerin, öbür yandan yaşama haklarından, en basit insanî kaide ve hukuktan bile mahrumiyetler dizisi…
Erkekleri stadyumda soyundurarak izzet-i nefslerini tahkir ve tezyif, kadınlara toplu tecavüz, hamileleri bir taşla iki kuş mantığıyla vurma, elektrikleri kesmek ve doktorları kovmak suretiyle bebekleri ölüme terk etme ve benzeri mezalimin bini bir paradır. Küçük çocuğunun kopmuş minicik elinden başka anlamlı bir parçasını bulamayan acılı babanın feryadı, içerisinde henüz canlı hastaların bulunduğu hastane enkazı üzerinden geçen buldozerin çatırtılarına bağlanıyor. Cep telefonlarımızın ekranlarından beynimize akan bu sahneler karşısında bunalan ruhumuz mecburen sığındığı eğlenceli “reels” videolarla avunmaya can atıyor.
En acısı da, bizimle beraber nüfusu 1 milyar 700 milyona çıktığı söylenen sözde “İslam Dünyası”nın, ve dahi 8 milyar insanın gözleri önünde yaşanıyor bu vahşi soykırım. Dahası, her gün yeni işkence çeşitleri eklenmekte menüye. Küçücük ekranlardan yeni ıstırap sağanakları yağmakta üzerimize. Şemsiyemizi açıyoruz bilmecburiye veya sundurmaların altına sığınıyoruz.
Peki Gazzeliler, yani yetim kuşlar “nereye kaçacak son gökyüzünden sonra”?
Ünlü Filistinli şair Mahmut Derviş 1982 yılında böyle sormuştu:
Dünya üzerimize kapanıyor ve bizi son geçide itiyor.
Biz ise kendimizi parçalayarak buradan geçeceğiz.
Son sınırdan sonra nereye gideceğiz?
Son gökyüzünden sonra nereye uçar kuşlar?
Son sınır Rafah… Ya ondan sonrası? Pür karanlık. Geçitten geçseler bile organları paramparça olmuş Filistinlilerin mavi gökyüzlerini geride bırakmış halleri susturuyor her türlü hurufatı.
İşte böylesine sağır edici bir utanç rüzgârının estiği bir dünyada şiir yazılamayacağı gibi artık yazı da yazılamaz. Yazı çerçöptür artık. Alfabeyi toptan yürürlükten kaldırmak ve sesini yalnız kalplerin duyabileceği hakikat lisanından konuşmaktan başka çare yoktur. Belki o zaman gözyaşından bir duvar örebiliriz yalanlara karşı.
Biz Helenlere neden Yunan deriz?
Milattan önce 200’lerde Roma İmparatorluğu Yunan topraklarını ele geçirdiğinde orada yaşayan Helen halkına hizmetçi ve köle anlamında “Grek” adını vermişti. Milattan sonra 800’lerde “Kutsal Roma” İmparatoru Karolenj hanedanından Şarlman bizim Bizans dediğimiz Doğu Roma’ya “Grek” demişti.
Peki biz neden Greklere Yunan diyoruz?
Bunun cevabı kısa ve nettir: Araplar Greklere Yunan dediği için!
Bu süreç şöyle gelişti:
Milattan önce 550’lerde Persler Lidya Krallığını yıkarak Anadolu’ya hakim oluyor. Hakimiyetleri batı Anadolu’ya kadar ulaşınca burada İon şehir devletleriyle karşılaşıyor ve buraya bütün Yunan dünyasını İonlara nispet ederek İonia (İyonya) diye tanımlıyorlar.
İyi de Yunan kelimesine nasıl ulaştık? Hala öğrenemedik, diyorsanız son cümlemi bekleyin lütfen:
İon kelimesine Farsça çoğul eki olan –an getirilerek burada yaşayanlara İonian (İonlar) deniliyor. Baştaki i’yi y şeklinde telaffuz ettiğinizde kelime Yonian oluyor ki bugünkü Yunan kelimesinin Perslerin bir icadı olduğu ortaya çıkıyor.
Bu arada şunu da belirtelim ki, Yunan’ın çoğulu Yunanlılar değil, Yunanlardır. Galat-ı meşhur deyip geçelim ama aslını da bilelim, olmaz mı?
Meğer Türklüğü icad edenler Osmanlılarmış!
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas’ta çıkarmaya başladığı İrâde-i Milliye gazetesi Milli Mücadele’nin ilk resmi yayın organı olarak bilinir ama yeterince üzerinde durulup incelenmemiştir. Gazetenin 5. sayısında bir yazı okudum, hayatım değişti! Bizzat Mustafa Kemal’in kontrolünde çıkan gazetede sadeleştirilmiş şekli aşağıda olan garip bir iddia ortaya atılıyor:
“Osmanlılar üç bin seneden beri bu bütünleşmiş millet elinde birlik ve bağımsızlığa mazhar olmamış ve istikrarlı bir şekil kazanamamış olan Anadolu üzerinde devamlı bir hükümet, kuvvetli bir devlet, canlı bir ırk ve millet, yaygın ve kullanılan bir dil ve özel bir medeniyet kurarak Türklüğü icat ettiler.”
Bu gibi hallerde “Ve mine’l-garâib” derdi eskiler. Cumhuriyet devri ders kitaplarının Osmanlıların Türklüğü imha ettiğini, Anadolu gençlerini cephelerde erittiğini, Türk milletini zayıflattığını yazdığını biliyorduk ama 1919 yılında Cumhuriyeti kuran kadronun çıkardığı bir gazetede bu satırları okumak doğrusu insanın havsalasını durduracak kadar şoke edici.
Şimdi de bazı ukalalar türedi, o cümlenin aslı öyle değil demeye başlarlar birazdan.
Merak buyurmayın, yazıyorum aslını da. Artık yazılanı anlayıp fakire teşekkür mü edersiniz yoksa burun kıvırıp geçer misiniz, o sizin tercihiniz. Buyurun:
“Osmanlılar, üç bin seneden beri bu millet-i vâhide elinde vahdet ve istiklâle mazhar olmamış ve şekl-i müstakar iktisab edememiş olan Anadolu üzerinde devamlı bir hükümet, kuvvetli bir devlet, canlı bir ırk ve millet, yaygın ve münteşir bir lisan ve hususi bir medeniyet tesis ile Türklüğü icad ettiler...” (vurgu bana ait-MA)
Tarih hicri 6 Muharrem 1337, miladi 2 Teşrinievvel 1335’tir. Gazetenin üzerinde böyle yazıyor. Yine mi anlamadınız? O zaman bir tercüme daha yapayım. Teşrinievvel kelimesi bugünkü Ekim yerine kullanılmaktaydı. 1335 yılının Miladî takvimle karşılığı ise 1919’dur. Yani 2 Ekim 1919 olur tarih.
Şimdi oldu mu?
İrâde-i Milliye’nin çoğu sayılarının arşivlerde bile bulunmadığını söyleyelim. Tabii gazetede kullanılan alfabenin de Arap elifbası olduğunu söylemeyi unutmayalım.
Gördünüz mü yakın tarihimizi kaç tane buzlu camın arkasından seyrettiğimizi? Alfabe, dil, arşiv, malumat… Neredeyse tamamı zail, yani yok olmuş durumda.
Bu durumda sağlıklı bir tarih tartışması yapılabilir mi?
Yapılamıyor nitekim. Bir vurdulu kırdılı film kılığına bürünen tarih kavgalarımızın bir türlü neden bitmediğini buradan yola çıkarak anlayabilirsiniz.
Nasıl Türk olduk?
Bu sayfa şaşırma sayfası adeta. Veya bir nevi şaşkınlara rehber… İşte size bir kitaptan korsan bir alıntı:
“Tarihsel süreç son 1500 yılda Türk kelimesini öne çıkardığı için, büyük ölçüde de Barthold’un tespit ettiği gibi Araplar bizim değişik isimlerimizi bir kenara bırakarak hepimize birden Türk dediklerinden Türk olduk.”
(Osman Karatay, Türklerin Kökeni, 9. baskı, Kripto: 2014, s. 28.)

YORUMLAR