Ersin Nazif Gürdoğan’a rahmet

20 Ağustos 2024 Salı günü ebediyet yurduna yolcu ettiğimiz ilim ve irfan adamı, hocaların hocası Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan’a rahmeti vesile kılarak hazırladığımız vefeyât dosyasının ikinci bölümüyle huzurlarınızdayız.

Abone Ol

Gazetemiz yazarlarından Bedia Küçükçalık’ın, hikâyeci Bekir Tuncer Salihoğlu’nun, gazetemizin imtiyaz sahibi, Osmanlı Mutfak Sanatları Gurusu Recep İncecik’in ve merhumun kerimeleri Serra Kargılı, Selva Gürdoğan Thomsen ve Beyza Gürdoğan’ın şâhitlikleriyle okuyucularımızdan Ersin Nazif hocamızın ruhuna Fatihalar istirham ediyorum.

Nazif Hoca’yı Anmak
Bedia Küçükçalık
Yazar

Nazif Hoca, tüm hayatını inandığı değerlere adamış, insani erdemlerin toplumda tesis edilmesi için ömrünün sonuna kadar gayretle çalışmış bir dava insanıydı. Kendisiyle tanışmam, sıradan bir telefon görüşmesiyle başladı. Bir yazım hakkında düşüncelerini bildirmek için aramıştı. Hiçbir unvanını eklemeden kendisini samimiyetle “ben Nazif Gürdoğan” şeklinde tanıttı. Henüz tecrübesiz bir gazetecinin görüşlerine verdiği ehemmiyet beni derinden etkilemişti. Bilgi ve deneyimini daha da değerli kılan bir tevazuyla “birlikte çok çalışmalıyız” dedi. 

Tanıdığı insanların potansiyellerini en üst düzeye çıkarabilmeleri konusunda büyük bir gayret gösterirdi. Aynı hassasiyetlere sahip farklı çevrelerden kişileri bir araya getirmeye, onları birlikte çalışmak için motive etmeye çaba gösterirdi. Bu çabasına mutabık birçok önemli çalışmaya imza atmıştı. Bir döneme damgasını vuran Mavera dergisi de bunlardan biriydi. Kurucuları arasında bulunduğu bu dergi, doğu ve batı arasında, modernite ve gelenek arasında bir köprü vazifesi görmüştü. Sadece edebiyat dünyası için değil, aynı zamanda Türk toplumunun düşünsel ve kültürel hayatı için de önemli bir yere sahipti. Dergi, farklı düşüncelerin ve bakış açılarının bir araya geldiği ortak bir platform olmuş ve bu sayede toplumun fikri gelişimine büyük katkı sağlamıştı. Aynı akımdan beslenen Büyük Doğu ve Diriliş gibi dergilerden en belirgin farkı ise kendi ifadesiyle 'bir takım çalışmasının, kollektif bir aklın ürünü' olmasıydı.

Hiç kimseyi ötelemeyen, uzaklaştırmayan ve daima kapsayıcı olmaya gayret eden bir vizyonu vardı. Türkiye’de sağ-sol çatışmasının dorukta olduğu yıllarda bile bu vizyona sahip olduğunu “Sorunların sokaklarda çözüleceğine inanmadık, olayların içinde değil üstünde olmayı tercih ettik.” sözleriyle dile getirmişti. Bu görüşlerine paralel olarak bana da her zaman Mevlana’yı daha çok araştırmamı, yazılarımda ondan bahsetmemi tavsiye ederdi. Günümüz dünyasının ayrışmaya değil daha kapsayıcı bakış açılarına muhtaç olduğunu, insanlığın ortak değerlerine odaklanmak gerektiğini dile getirirdi. Artık “ya öyle ya böyle” paradigması yerine “hem öyle hem böyle” paradigmasına evrilmek gerektiğini söylerdi. Doğu ve Batı, siyah ve beyaz gibi ayrışmak yerine “hem doğu hem batı olabilmek lazım” derdi. Yarınları inşa edecek kişilerin de “hem Akşemseddin, hem Fatih, hem Yunus hem Sinan olması gerektiğini” vurgulardı. 

Hoşgörülü, yardımsever ve gençlerin gelişimini önemseyen bir kişiliğe sahipti. Gençlere ve onların fikirlerine her zaman büyük değer vermişti. Çünkü düşüncelerini hayata geçirecek gücün gençlikte olduğunu bilirdi. Düşünce üretmekle kalmaz eyleme dökmeye çalışırdı. Düşünceler hayatları şekillendirir, edebiyat ise toplumları. İyi bir düşünce, güzel bir eyleme dönüşür, iyi bir edebiyat ise güçlü bir medeniyete. Nazif Hoca da Düşünceyi Eylem İçin Bilmek kitabına derlediği makalelerinde bu bakış açısını destekleyerek, düşüncenin hayata geçirilmesinin önemini vurgulamıştı. Hem gezgin hem de yazar olarak, okuyucularına hem düşünmeyi hem de üretmeyi öğütlemişti. 

İnsani değerlere olan bağlılığıyla, İslam’ın güzel ahlakını en üstün seviyede yaşayan Nazif Hoca, hayatının son demlerinde bile ilmiyle ve irfanıyla bizlere ışık tutmaya devam etti. 

Bilgi ve deneyimlerinin zirvesindeyken, kendisini tanımak ve derin fikirlerinden istifade etmek benim için çok kıymetliydi. Bıraktığı miras, gelecek nesiller için hem bir rehber hem de bir ilham kaynağı olacaktır. Onu her zaman saygı ve rahmetle yâd edeceğiz. 

O bizim kahramanımızdı
Bekir Tuncer Salihoğlu
Hikâyeci-Yazar


-Hikâye-                               

Ayasofya ve Sultanahmet,  abi kardeş iki kardeşin kol kola, diz dize olduğu bu meydanda kendine yer bulan Türk Edebiyatı Vakfı’nda devam eden “Yazı ve Editörlük” kursunun mezuniyet merasimine çağrılmıştı. Ders Hocası ısrarla “Öğrencilerimiz, sertifikalarını yazarlardan almalı, onları yakinen tanımalı, birkaç cümle de olsa nasihatlerini almalı. Seni de  o gün aramızda görmek istiyoruz” ricasına kayıtsız kalamazdı. Günler öncesinden zihnine yazdı, ne olur ne olmaz, cumartesiyi tam gün boşalttı.

Son yıllarda lavanta yetiştirmek ihtiyacın haricinde ihracat ürünü olduğundan yaygınlaşmıştı verimli arazilerde. Kullanım alanı hayli fazlaydı. Belli bir seviyeye gelince sahibi kim olursa olsun otuna, kokusuna, rengine hayran kalanlar arkların arasına dalıyor, boy boy özçekim resim çekiyorlardı.  Nereye koysan, lavanta girdiği yeri kokusuna ve rengine boyayacak, orasını kendine benzetecekti. Ay çiçeği, günebakan, devregamber gibi yöreye göre adlandırılan yemeklik yağ kaynağımızın sarı rengine alışmıştık bir bakıma. Lavanta görünümü bir başka oldu. Mavi okyanus mor renge bürünmüş karaya taşınmış, örtüsüne bürünen genç kız gibi karşımıza çıkıvermişti. 

Davet edildiği zaman telefonda aklına lavanta bahçeleri geliverdi. Mor rengi ve bayıltıcı kokusuyla… Boy boy atan lavanta çiçeklerinin sıra sıra arklarının arasında gezecek ve fotoğraf da çekinecekti. Yıllar sonra o günü hatırlamak için. Hem görmediği, göremediği aralarına şehirler ve katmer katmer binaların girdiği yazar arkadaşlarını da o gün topluca görecekti. 

Mevsimin sıcaklığı, cumartesinin bölgedeki yoğunluğu, tramvayların, özellikle tatil günleri seyreltilmesi oraya ulaşmasını engellemedi. Vakfın girişinde turistik şekerleme ve tatlı sergileniyordu. İkinci kata çıktı. Program saatinde başlamış, ders hocası gelenlere teşekkür konuşması yapıyordu. Boş bulduğu bir sıraya çuvdu, çöktü.  Vakıf Başkanı bu tür hizmetler için emre âmâde hazır beklediklerini, öğrencilerin hizmetinde, hizmetçi olarak burada olduklarını beyan etti.  

Ön sıralarda tanınmış yazarlar, gazetelerine haber uçuracak muhabirler, onur konukları ve ilmiyle amil Üniversite öğretim görevlileri oturuyordu. Aralarında dikkat çeken uzun boyu, beyazlamış saçları ve güleç yüzü ile E. Nazif Gürdoğan vardı. Sertifika dağılımında bir yazara söz hakkı veriliyor, bir paragraflık konuşma ile yeni yazar adayına belgesini veriyordu. 

Beni kimse görmedi, bana sıra gelinceye kadar süre dolar ve konuşmama gerek kalmaz diye kendisini ayrı tuttu. Kafasında konuşacağını tasarlamadı. Hele E. Nazif Hocanın yanında ne konuşulabilirdi ki… İnsanın dili tutulur, damağı kururdu böyle üstatların yanında. Belge alanları alkışlarken ismi zikrediliverdi birden… 

-Şimdi de …. Öğrencimize sertifikasını vermek üzere, aramıza teşrif eden hikâyeci yazar Salihoğlu’nu sahneye davet ediyoruz. Tepesinden kaynar su dökülüverdi… Kalkmak ve kalkmamak arasında bocaladı. İsmi zikredildiğine göre gitmemek saygısızlık olacaktı. Yerinden kalktığı ve sahneye yürüdüğü esnada “Ne konuşayım” azap sorgusuna cevap aradı. Ön sırada E. Nazif Hocadan başkasını göremiyordu. O’nun büyüklüğü yetiyordu başkasını görememeğe…

Zihninde günlerdir evirdiği, çevirdiği önünün sonunu yazdığı bir hikâyesi aklına geliverdi. Sahne hazır, seyirciler seçkin, konu sürükleyici… İsteyen istediği dersi alabilirdi. Almasa ne olur… Birkaç dakika hoş vakit geçirmiş olur. Neden olmasın. Beş dakika yeterdi. Mikrofonu masaya koydu, masayı biraz yana çekti. Sahne artık onundu. Zihninde uçlarını törpülediği, zaman zaman sildiği, yeniden yazdığı ve bir türlü kalemin ucundan akıtamadığı hikâye şuydu:  “Elinde tek varlığı sermayesi, arkadaşı, yoldaşı sazından başka dert ortağı olmayan halk ozanımız deneme kasetleri çıkarır İstanbul’da. Unkapanı’nda... Kurtlar sofrasında, kapılır kapanına, tuzağına. Satışları milyon milyon olsa da “Satılmıyor, al git köyünde dağıt diye iki valiz dolusu kasetle memleketine döner. Pasajda çaycı büfe büyüklüğünde, bir masa ve iki sandalyenin sığacağı kadar bir yer kiralar. Raflara kasetleri hizalar. Düğün, nişan, sünnet, asker uğurlamalara, kına yakmalara gittiği için bir genç olmalı, tezgâha sahiplenmeli. Güvenilir, sempatik bir genç bulmalı. Ozan’ın yokluğunu hissettirmeyecek. 

Pasajın karşısında, çevre ilçelere gidecek minibüsler sıralıdır. Başlarında muavinler camlarında levhalar, omuzunda çıkı, bohça, heybesiyle insanlar etrafında dönerler carı çarı…

Sıcakların da bastırdığı sessizliği bir kaset sesi yırtar son dem ile. 

Seher vakti çaldım yârin kapısını.

Ne güzel yaratmış yar yar seni yaradan.

Aşk ataşı düştü garip gönlüme...

Bir güzel kız gördüm…

Dağlar dağladı beni… 

İki büyük nimetim var…

Mühür gözlüm seni elden sakınırım…

Tatlı dile güler yüze, yar aşkıyla çalan saza…

Niye çattın kaşlarını, bilmiyom yar suçlarımı…

Zahidem kurbanın sallama beşik...

Karadır bu bahtım kara, 

Sözüm kar etmiyor yara, 

eyvaaah, eyvaaah  eyvaaah!  

Tanıdıkları bir ses… Ortalığı inletiyor…. Dönüp dönüp bir daha haykırıyor. Dinleniyor, nefesleniyor bir daha coşuyor. Dükkânlarda çalışanlar, müşteriler, şoförler, yolcular dışarı çıkıyor, kulak kesiliyorlar.  Müzik çalar son deminde… Kasaba inliyor, barakalar çınlıyor… Yeleklerinin cebinde efkâr dumanı için ayırdıkları üç beş kuruşu kasetçi gence veriyorlar.  

Kaset alamayacak ve alsa da evlerinde kasetçalarları olmayan “yıkık şapkalı adamlar” çömelmiş, sırtlarını duvara dayamış, çakmak çaka çaka dinliyorlar. Minibüsler artık bir saat geç kalksa da kimse itiraz etmiyor, sevdikleri “Can Odan”dan kaset dinliyorlar çünkü. Beleşten, bedavadan.

Fistanlarından demet demet çiçek sarkan genç kızlar pasaja yaklaşamıyorlar edeplerinden. Yumak oluşmuş uzakta bir köşede dinliyorlar. Yaralı gönüllerine merhem olur diye. İçin için “Ah” çekerek. 

Genç delikanlı dükkânın etrafını suluyor, süpürüyor, camları temizliyor. Ara sıra da gözü dışarılara gezintiye çıkıyor kimler dinliyor, izliyor diye.. Gözü her seferinde Gülbeyaz’a takılıp kalıyor ayağına çelme takılmış gibi tökezliyor… O da Ona. Bakışıyorlar… Bakarken konuşuyorlar. Seslerini birbirine duyuramıyorlar, onlar yerine ortalığı inleten kaset konuşuyor. Halden anlıyor, anlaşıyorlar. Bir gün… İki gün… Üç gün… Günler bitmiyor ki. 

-Anacığım! Gülbeyaz bana vurgun. Ben de Ona. Onu bana isteyin yuvasından uçmadan. Elinizi çabuk tutun.  

Halk Ozanımız dükkânına gelir, seyrek gelir. Gencin ifadesini alır, gider. Kasadaki birikeni de. Gence haftalık harçlığını verir. Müşteriler genci tanıyor. Onu biliyor, istedikleri kasetleri ona soruyor. 

Ana-baba bir iki hatırlı insan Gülbeyaz’ın evine konuk oluyorlar. “Madem gencin işi gücü, ekmek teknesi var… Yuva kuracaklar, madem birbirlerini tanımış, sevmişler; bize de bahtlarını görmek düşer,” diye cevap vermişler. 

Gülbeyaz’ın babası damat olacak genci işyerinde görmek için dükkâna gelir. O gün Halk ozanı da oradadır. 

-Müstakbel kayınpederin ve bize dört çay söyle evladım der Ozan. 

Genç bir çırpıda heyecanla koşar adım çaycıya gider. Kızın babası:

-Bizim damat olacak genci yerinde ziyaret edeyim, dükkânını bir göreyim dedim. Dükkânım var, gelirim var, işletiyorum. Rahat ev geçindirebilirim demişti. Senin de burada olman iyi oldu. Uzun zamandır görüşemiyorduk.  

-Evet. İyi oldu. Çalışkan, işine gücüne dikkatli. Güler yüzlü. Doğru sözlü. Ekmeğinin peşinde. Hilesi hurdası yoktur. 

Söz, nişan peşinen düğün birbirini takip eder… Dükkânın bir anahtarı Halk Ozanında bir nüshası da çalışan gençte. Gelin arabasıyla kasaba bir tur dönülür, kız evine gidilir gelin çıkarmak için. El ele, kol kola büyüklerin elleri öpülür. Sıra Ozanımıza gelir. Takısını geline taktıktan sonra damadın elinden tutar bir adım ileriye götürür. Dükkânın kendisinde olan kopyasını verir. 

-Kayınpederine o dükkân benim demişsin. Dükkân senindir ardık.

-Ama ağabey…

-Yalanla yuva kurulmaz. Evlilik kutsaldır. Yuvanın temeli de sağlam atılmalı.  

-Düğünden sonra onlara açıklayacaktım. Sana karşı çok mahcup oldum.

-Aramızda kalsın. Bunu bizden başkası bilmeyecek, duymayacak. 

Alkışlar arasında sahneden inerken gözleri yaşaranlar oldu.  Nazif Hoca biraz sesli Halk Ozanının ismini söyledi. 

-Ne güzel de canlandırdın Salih. 

O günden sonra gıyaben hayran olduğu yazar Ona artık ismiyle hitap ediyordu. SALİHOĞLU. 

Telif Hakları Derneği ve İLESAM’dan kalma alışkanlığı yazarlıkta elli yılını doldurmuş şair ve yazarlar için “Ustalara Vefa” günü düzenliyordu. Yazarlar Birliği, Yeni Dünya Vakfı gibi bazı kuruluşlar vefat etmiş yazarları için anma düzenliyor, Eyüpsultan, Edirnekapı mezarlığında medfun olanları mezarı başında anıyorlardı. Telif hakları derneği üçüncü toplantısını Nazif Gürdoğan için yapacağını duyurdu.  

Bu toplantıya gitmeliydi. Edebiyat Dergisi, 1976 Mavera dergisinin kuruluşuyla birlikte ilk sayısından beri takip ediyordu. Günlük gazetelerde, aylık edebiyat dergilerinde hep karşılaşıyordu. Bu kadar seri, hem edebi konularda hem de teknik konularda yazan, sade anlaşılır dil kullanan, Türkçeye hakimiyeti ile adından söz ettiren, kendine göre anlatım biçimi oluşturan, düşünceyi anında eyleme dönüştüren, katiyen olumsuzluklardan söz açmayan, düşünce ve ekonomik hayatımızın dinmez, susmaz kalemi, yunus huylu, Büyük Doğu, Diriliş yolunda  Mevera okunda gençliğin hamurkârı, tevazu ve ahlak timsali, çalıştığı bakanlıklarda alt ve üst tabakalarda fikirler üreten, çevresini hareketlendiren, “Proje Adam”lığı ile nam salmış, üniversitelerde ders veren öğrencilerin hemen oracıkta problemlerini çözen kahraman,  Ersin Nazif Gürdoğan nasıl biriydi? Onu yakından tanıyanlardan dinleyecekti bir de. Sadece eserlerini okumuş olmak yeterli değildi…   “Yedi Güzel Adam”dan biri, yedi güzel yazarın saygısını ve ağabeyliğini kazanmış olan Gürdoğan’ı tanımanın en iyi fırsatıydı. 

Bu sefer ev sahibi Türk Edebiyat Vakfı’na gitmekte geç kalmayacak, yol ve vasıta engeline takılmayacak, erkenden yerini belirleyecek, sandalyesine oturacaktı. Türkiye Edebiyatının beşiği, yazıldığı, bestelendiği, derdest edilip düzenlendiği İstanbul’da bu toplantıya iştirak edenler fazla olur, yer bulanmaz, merdivenlerde kalanlar da önemli konuşmaları kaçırabilirdi. Ne olur ne olmaz… 

Öyle oldu. Erkenden girdi içeriye. Konuşmacıları karşılayan idarecilerin haricinde bir kişi ayaktaydı ve gelenlerle el sıkışıyordu: Ersin Nazif Gürdoğan… Girişte karşıladı. “Salihoğlu hoş geldin, ne iyi ettin de geldin. Buyur, şöyle buyur.” Ön sırada Vakıf Başkanının yanında kendisini için ayrılan yeri ona ikram etti olmaz dese de. Sağında gazeteci yazar Saliha Sultan solunda Ersin Nazif Gürdoğan… Şaştı kaldı. Bu kadar konuk öğretim üyesi ve yazarı hem ağırlıyor hem de yer ikram ediyordu.  “Ben olsam onun yerinde… Benim hakkımda beş kişi medhüsena edecek, kasım kasım kasılırım bir köşede. Üç gün yere basamam. Havalarda hava atar, yerde yürüyenlere hava basarım.”  Bu adam deli olmalı. Belki de Veli… Mütevazılığın kitabını yazmış da haberimiz olmamış. Sahi bu adam Eskişehirliydi. Yunus Emre’nin köyünden. Belki de O’nun soyundan. Yunus Emre’de ne görmüşsem onda da görüyordum. “ diye nefsiyle konuştu, nefsine bir lokmalık yem attı.  

Konuşmacılar üniversiteden öğretim görevlileri, yetiştirdiği Prof, Doç. Dr. öğrencileriydi. Hayatını, yazarlığını, gayretlerini onlardan dinleyince; biz yaşamışız, ama boş yaşamışız, yazık oldu boşa geçen ömrüme, dedi kendi kendine. Hayıflandı, pişmanlıkla iç geçirdi. 

O günden sonra Kocamustafapaşa toplantılarında, Sultan Kafe ve Meva Kitap kafe de… nerede karşılaşsa; Salih gel, Salihoğlu yakın otur diye hep yanında çağırdı. 

Gelimli, gidimli dünya, ucu ölümlü dünya… Bakan ve Milletvekilleri arasında Marmara İlahiyat Fakültesi Camii’nde namazını kılarken bunları düşündü. Yeşile bürünmüş tabutunu omuzladı. O artık Yunus Emre’nin yanına yani kendi memleketine gidiyordu beyazlar içinde bembeyaz.” 

Yası yazarak tutarken

Serra Kargılı, Beyza Gürdoğan, Selva Gürdoğan Thomsen

Yüce gönüllü bütün insanlığa, mahlukata kucak açan, bütün gayesi öğrenmek ve öğretmek olan canım babam… Bundan sonra sensiz devam etmek bizler için çok zor olacak tek tesellimiz emanet bıraktığın aklımızdan çıkmayan sözlerin, not defterlerin ve yazdığın kitaplar olacak.

*

Biz babamın gençlere, yeni nesile açıldığı kapıları gibiydik. Birlikte ettiğimiz kahvaltılarda gençlerin ne düşündüğünü merak ettiği konuları açardı. Bizimle tartışmaya, ne düşündüğümüzü anlamaya ona göre gerekirse kendi kalıplarını esnetmeye kıymet verirdi. Bazen sabah kahvaltıdaki tartışmalarımızın sonuçlarını akşam çevrimiçi bir buluşmada anlattığına kulak misafiri olurdum. Eve getirdiğim her kitabı önce o okur, turuncu kalemi ile altını çizer notlar alır, sonrasında tekrar masama bırakırdı. 

*

Babamın Eskişehir Mihalıççık’ta Yunus Emre’ye komşu bir köy mezarlığında olmasının sebebini merak edebilirsiniz. Oysa babam oraya kendince katkı verecek, dönüşümünü hızlandıracak. Yunus’un ona ihtiyacı var diye demiyorum ama bir şeye vesile olacak eminim onun da orada olması. Memleketine hizmet edecek; kendi istediği gibi, neşe içinde, kavga etmeden.  
Kızları 
Serra Kargılı, Beyza Gürdoğan, Selva Gürdoğan Thomsen

Güzel Adam Nazif Hoca
Recep İncecik
İttifak Gazetesi İmtiyaz Sahibi

Nazif Hoca gerçekten güzel bir adamdı. İlk doksan bir sayısı Ankara'da, daha sonraki sayıları İstanbul'da yayımlanan Mavera dergisinin kurucuları yedi güzel adam olarak bilinir ki o yedi güzel adamdan biri de Nazif Ersin Gürdoğan hocadır. 

Ömrünün sonuna kadar hep bu çizgide hayat süren ve etrafını güzelliklere teşvik eden bir bilge şahsiyetti Nazif hoca. 

Onunla ne zaman buluşup sohbet etsek moral ve motivasyonum tavan yapar tüm negatif duygulardan arınırdım. 

Ufku geniş bir ağabeyimiz olduğu için yaptığımız işleri de hep büyük görür dünya çapında işler yapmamız için bizim adımıza büyük projeler hazırlardı. 

Bizzat bir araya gelmediğimiz zamanlarda telefonla saatlerce sohbet ettiğimiz zamanlar olurdu. Bu sohbetler benim ufkumu da açar, faydalı güzel işlere yönelmemi sağlardı. Özellikle Türk mutfağı hakkında kitap yazmamı çok isterdi. Henüz kitabımı bitirmemiş olsam da Nazif Hoca sayesinde bir hayli yol aldım. Ona kalsa benim içim şimdiye kadar en az 4-5 kitap yayına hazır hale getirmişti. Hoca’nın bu özelliği de güzel adam olarak anılmayı fazlasıyla hak eden bir şahsiyet olduğunu özellikle belirteyim. 

Vefâtından hemen önce hastaneye kaldırıldığını öğrendim. Ama hastanede yattığı bu dönemde ziyaretçi kabul etmediler. Hocamızın asistanı Hülya Hanım vasıtasıyla geçmiş olsun dileklerimi ilettim. Kısa süre sonra da vefât haberini aldım. 

Peygamber Efendimiz, “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir” buyuruyor. Nazif Hoca’nın vefâtıyla büyük bir moral değerinizi kaybettik. Ama o ömrünün sonuna kadar yazmayı hiç bırakmadı. Yazdıklarıyla bize büyük bir hazine bıraktı. Bize düşen bu hazineden istifade etmek. 

Mevla’m Nazif hocamızın makamını âli eylesin. Biz ondan çok razıydık ve severdik, Mevla’m da ondan razı olsun. Âmin.

ERSİN NAZİF GÜRDOĞAN 
1945-2024

1945 yılında Eskişehir’de doğdu. Temel üniversite eğitimini İTÜ’de makina mühendisliği alanında yaptı. İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü’nün uzmanlık programını 1968 yılında tamamladı. Devlet Planlama Teşkilatı’nda 1968 ve 1972 yılları arasında proje değerlendirme uzmanı olarak çalıştı. Bu arada bir yıl İngiltere’de incelemelerde bulundu. Erzurum Üniversitesi’nde 1972’de akademik çalışmalara başladı. Görevini 1976’da Ankara SBF’ne aktardı. Doktora çalışmasını 1975’te bitirdi, 1987’de docent, 1994’te profesör oldu. Maltepe Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı.

Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan, Üsküdar Üniversitesi Rektör Danışmanı ve Sağlık Yönetimi doktora dersleri öğretim üyesiydi.

Mavera dergisinin kurucularından olan Gürdoğan evli ve üç çocuk sahibidir.  

Akademik kitapları 

Üretim Planlamasında Programlama ve Demir Çelik Endüstrisinde Bir Uygulama

Ticari ve Sosyal Açıdan Proje Değerlendirme Yöntemleri

İşletmelerde Yatırım Yönetimi 

Kültürel Kitapları 

Teknolojinin Ötesi 
Kültür ve Sanayileşme
Kirlenmenin Boyutları 
Görünmeyen Üniversite
Hicaz’dan Endülüs’e 
Zamanı Aşan Şehirler
Günler Akarken
New York’tan Los Angeles’a Yeni Roma
Girişimcilik ve Girişim Kültürü
İki Dünyanın Hesaplaşması
Düşünceyi Eylem İçin Bilmek 
Dünya Bir Şehirdir
Her Şehir Bir Dünyadır

İbrahim Ethem Gören/25.08.2024 Yazı No: 608