Eğitimde Tuba Ağacı Nazariyesi…

Abone Ol

Eğitimle ilgili tartışmalar, Tanzimat`tan günümüze değin entelektüel ve toplumsal hayatımızın en önemli konularından olmuştur. Eğitim herkesi ilgilendiren ve dinamik bir olgu olduğundan dolayı bu tartışmalar kamuoyunun hep dikkatini çekmiştir. Tartışmalar iki noktada yoğunlaşmaktadır. Bunlardan birincisi 'eğitimde batılılaşma' gibi çok boyutlu ve çetrefilli bir meseledir. Diğeri ise mevcut eğitim sisteminde reform öncelikli olarak üniversitelerde gerçekleştirilip buradan daha alt eğitim kurumlarına ve toplumsal katmanlara mı yayılsın yoksa reform en alt eğitim kademesi olan ilköğretimden yukarı doğru mu olsun? Tartışmalar bir bakıma 20.asrın başındaki ünlü&nbsp 'Tuba ağacı Nazariyesi' etrafındaki tartışmalara benzemektedir.

1908`den sonra eğitim kurumlarının reforma ihtiyacı olduğu bilinmekteydi. Özellikle Balkan savaşlarından sonra dönemin aydınlarının ortak kanaati çökmekte olan devleti ancak eğitim ve öğretmenlerin kurtaracağı yönündeydi. Eğitimde reform mutlaka yapılmalıydı ama nereden başlanmalıydı? Meselesi kamuoyunda tartışmalara sebep oluyordu. Bu tartışmalardan en önemlisi eğitimci Sâtı Bey ile dönemin Milli Eğitim Bakanı Emrullah Efendi arasında olanıdır. Emrullah Efendi`ye göre devletin yok olmaktan kurtulabilmesi için eğitim reformuna yükseköğretimden başlamak gerekmektedir. Ona göre yükseköğretimdeki gelişmeler, giderek orta öğretime, oradan da ilköğretime yansır ve nihayet bütün yurda yayılır. Tıpkı cennette bulunduğuna inanılan Tuba ağacı gibi eğitimin de kökleri yukarıda, dalları aşağıdadır. Bu görüş eğitim tarihine 'Tuba Ağacı Nazariyesi' adıyla geçmiştir.

Tuba ağacı nazariyesine karşı çıkanların başında Sâtı Bey gelmektedir. Emrullah Efendi`ye sunduğu bir layihada, her türlü ıslah için zamanlamanın çok büyük bir ehemmiyet taşıdığını belirttikten sonra, eğitimde öğretim basamaklarının her birinin arasında sıkı bir münasebetin var olduğunu, birini öne çıkarıp ıslahına çalışırken, diğerini geriye atıp ihmal etmenin doğru olmadığını vurgulamıştır.

Tuba Ağacı nazariyesi etrafındaki asıl tartışma Emrullah Efendi`den sonra Ziya Gökalp ile Satı Bey arasında yaşanmıştır. Çok seviyeli ve bilimsel olan bu tartışmada Emrullah Efendi`nin fikirlerini 1912`den sonra İttihat ve Terakki ile onun ideologu Ziya Gökalp hararetle savunacaktır. Ziya Gökalp ise Emrullah Efendi`nin vefatından üçyıl sonra Yeni Mecmua`da imzasız fakat kendisine ait olduğu bilinen 'Fikir Hayatı Maarif Islahatında Tuba Ağacı Nazariyesi'&nbsp adlı makale başta olmak üzere birçok yerde görüşlerini açıklamıştır.&nbsp

Ziya Gökalp`e göre: 'Bir memlekette ilmin iptidai (ilkel), tali (ikinci derece) veya ali (yüksek) addedilmesi o memlekete göre değil aynı medeniyete mensup diğer milletlere göredir. Her memleketin kendine göre en yüksek bir derece-i ilmi ve en yüksek maarif müesseseleri olur. Bu müesseselere vasıl oldukları ilmi derecelerinden dolayı iptidai, tali ve ali âli namlarını veriyoruz. İptidai ilim derecesine ulaşmış bir milletin en yüksek ilim zümresi ancak o tahsil ve terbiyeyi verenler, yani o ilimle meşgul olanlardır. .Binaenaleyh ilim yine onlardan başlıyor ve aşağı doğru halka iniyor. Dolayısıyla eğitim teşkilatında daima aşağıdan yukarıya gidildiği halde ilim, daima yüksek tabakadan aşağıya doğru iniyor. Bu asırda yaşamak isteyen bir millet, üniversiteyi düzenlemek için daha fazla bekleyemez. Mevcut okullarımızın üniversiteye dönüşmesi müsaittir. Ü niversitenin asıl vazifesi de milli harsı (kültürü) yapmaktır. Harsı teşekkül etmiş milletlerde maarif ıslahatına alt derecelerden başlanabilir. Fakat bizde henüz mefk&ucirc re birliği bile teşekkül etmemiştir. İptidai, tali muallimlerinin telkin edeceği mefk&ucirc releri, ilmi usulleri üniversite hazırlayacaktır.' Türkiye Cumhuriyeti`nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk`ünde üniversitelerden beklentisi 'Türk tarihini' ve 'Türk kültürünü' gençlere doğru öğretmek olmuştur. Yine ona göre 'hayatta en doğru ve gerçek yol gösterici bilimdir.' Bunu da üniversiteler sağlayacaktır.

Atatürk`ün ve Gökalp`in üniversitelere biçtikleri kaftan gerçekleşmemiştir. Cumhuriyet döneminde Ü niversitelerimiz ne milli kültürü oluşturabilmiş ne de millete mefk&ucirc re telkin edebilmiştir. Yine, zaman içerisinde üniversitelerimiz bilimsellikten tamamen uzaklaşarak ideolojik bir yapıya bürünmüş adam kayırmacılığının ve kelle kopartıcılığın en fazla yaşandığı kurumlar haline bürünmüştür. Rektörün kraldan daha yetkili, akademik unvana sahip hocaların ise alanlarıyla ilgili değil de alanları dışındaki faaliyetleriyle (vakıf-dernek başkanlığı, her hangi bir holding-kurum danışmanlığı gibi...) toplumda yer edindiği bir kurum halini almıştır. Dolayısıyla ilim ve sanat olması gereken en önemli kurumdan göçetmiş, bugün üniversiteler Türk gençlerinin hayallerinin yok edildiği en önemli kurumlar haline getirilmiştir. Yani, üniversite ve bilim toplumsallaşamamıştır. Ü niversiteler halkın üniversitesi olma ve halkın sorunlarına öncelik verme konusunda görevini yapamamış büyük çoğunluğu sırça köşkünde kalmıştır.'&nbsp

1970`li yıllarda askerlik hizmetini yaptığı sırada Prof. Dr. Erol GÜ NGÖR`den, Korgeneral olan bir zat, şu sualin cevabını istemişti: 'Benim babam Osmanlı ordusunda Binbaşı idi. Cumhuriyet devrinde de bana askeri lisede hocalık yaptı. İyi Fransızca bilirdi. Çok güzel resim yapardı. Çok iyi bir öğretmendi. Arkadaşları da hep kendisi gibi meziyetli insanlardı. Ben korgeneral rütbesindeyim. Sanattan anlamam. Yabancı dil bilmiyorum. Türkçeyi kusursuz bildiğimden de şüpheliyim. Bu nasıl oluyor?'

Şimdi ise durum çok daha vahimdir..

&nbsp &nbsp &nbsp

&nbsp