TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ
Bülent Ecevit çığır açan bir siyasî şahsiyetti. Başına, neredeyse 50 yıldır partiyi kontrolü altında tutmakta olan İsmet İnönü’yü devirerek geçtiği Cumhuriyet Halk Partisi’ni 12 Eylül 1980 darbesine kadar tek başına olmasa da üç defa iktidara getirebilmişti.
Daha önemlisi, partiyi Tek Parti devrinde alnına yapışan ceberut kimliğinden kurtarmaya çalışmıştı. Başardığını söyleyemeyiz ama epey mesafe aldığını, daha doğrusu almış göstermeyi başardığını söylemek mümkün. Bu yüzden o günün yerli ve yabancı dergilerinin kapaklarında “Yeni Atatürk”, “İkinci Atatürk” veya “The New Atatürk” gibi manşetler eşliğinde yakışıklı pozlarını bulmanız mümkün.
İsmi Halk Partisi olan ama halka tepeden bakmasıyla şöhret bulan CHP’nin çok partili hayatta elde edebildiği en yüksek oyları yakalamış olan Ecevit, bunu bir örgütle başarmıştı kuşkusuz ama 1960lı yılların ortalarından itibaren yükselen bir siyaset etme tarzı ve fikriyat grafiğinin de bunda payı vardır.
Özgürlük diyordu da başka bir şey demiyordu Ecevit, sınırsız özgürlük. Şiarı, buydu.
1965 yılında kaleme aldığı “Özgürlüğün tarafsızlığı” başlıklı köşe yazısında 1961 Anayasasının sağladığı özgürlük ortamına alışmamız gerektiğini söylüyor ve aşırı sağ veya aşırı sol basında yazılıp çizilenlerden rahatsız olsak da tahammül etmeyi öğrenmeliyiz diyordu. Mesela kendisi Necip Fazıl Kısakürek’in “Ulu Hakan Abdülhamid Han” tefrikasını okumakta ama nasıl okumakta, “tahammül edebildiği kadar nefret ederek, tüyleri ürpererek!” okumaktaymış. Sonrasını kendisi ifade etsin:
“Özgürlüğe alışacağız. Özgürlüğe alıştıkça, onun solcu da sağcı da olmadığını, özgürlüğün tarafsız olduğunu, özgürlüğün hepimiz için olduğunu anlayacağız. Bunu anladıkça, solun bir ucundan sağın bir ucuna kadar her kese, her birimize, düşündüklerimizi, inandıklarımızı serbestçe söyleyip yazma ve tartışma hakkını verdiği için (…) birbirimize düşman gözüyle bakmamayı öğreneceğiz.”
ATATÜRK ‘SORUNSALI’
Aslında bir yakın tarihin eleştirisini barındıran yukarıdaki sözler TBMM’deki Cumhuriyet doğumlu ilk milletvekili unvanına sahip olan Ecevit’in CHP içerisindeki yükseliş döneminde alevlenerek artacak ve bir özeleştiri çığırına dönüşecektir ki, bugün bırakın CHP’yi, bir iki uç parti hariç bunları dile getirmek imkân harici görünmektedir. 50 yıl önce bizzat sola yönelen CHP’nin tartıştıklarını bugün muhafazakârlar bile dile getirmekten çekiniyor ve biz de fikir hürriyeti bakımından ileri gittiğimizi söylüyoruz, öyle mi?
Güldürmeyin beni…
Ne diyordu 1965 yılındaki Ecevit, tekrar kulak verelim mi:
“Özgürlüğe alıştıkça, özgürlüğün hepimiz için olduğunu yüreklerimize sindirdikçe, birbirimize daha çok yaklaşacağız.”
Tersi ne oluyor bu cümlenin, söyleyelim:
Özgürlükten uzaklaştıkça birbirimizden uzaklaşacağız…
Öyle de olmadı, mı? Konuşamadıkça aramız açılmadı mı? 1980’li ve 90’lı yıllarda konuştuğumuz kanallar ve kişilerle konuşamaz hale geldikse bunun da bir muhasebesini yapmalı değil miyiz?
İşte o özgürlük ortamına sahip çıkanların yaptıkları karşılıklı açılımı bugün hasretle arayışımızın sebebi budur.
TARİHÎ SEÇİM
Cumhuriyetin 50. yılına tekabül eden 1973 genel seçimlerinden çıkan tabloya göre Ecevit’in CHP’si %33, Süleyman Demirel’in Adalet Partisi % 30 oy almış, Ferruh Bozbeyli’nin (Celal Bayar destekli) Demokratik Parti’sinin aldığı oy oranı %12’ye yakınken aynı oranda oy olan bir başka parti Milli Selamet Partisi oluyordu ve başında Necmettin Erbakan destekli Süleyman Arif Emre bulunuyordu.
Sonuç tam bir sürprizdi. AP ile ona ateş püsküren DP koalisyon kuramayınca tek şık kalıyordu geriye: 1965’ten beri sola yönelmiş CHP ile 1971 yılında Şeriatçı olduğu gerekçesiyle kapatılan Milli Nizam Partisi’nin devamı olan MSP’nin koalisyonu.
Hakikaten inanılmaz bir tabloydu. Olamazdı. Mümkün değildi. Eşyanın tabiatına aykırıydı. Herkes şaşkındı. Tabloya göre ya erken seçime gidilecek veya denenmemiş seçenek değerlendirilecekti. Nihayet sağduyu galip geldi ve Ecevit ile Erbakan aylar süren görüşmelerden sonra teşkil edilen CHP-MSP koalisyonu 7 Şubat 1974’te güvenoyu alarak iş başı yaptı. (Oğuzhan Asiltürk buna “3. Cumhuriyet” demişti.)
Pratik teoriyi aşmıştı.
EN RENKLİ KOALİSYON
Bırakın aynı bakanlar kurulunda olmayı, aynı masada oturamaz denilen iki kutup bu ilginç hükümette buluşmuştu.
Bir yanda Fehim Adak gibi sakallılar, öbür tarafta Orhan Eyüboğlu gibi matruşlar.
Bir yanda seccade ve namaz derdinde, öbür yanda gözü içki servisinde olanlar.
Solcular 141 ve 142. maddelerin kaldırılmasını isterken İslamcılar 163. madde kalkmazsa buna izin vermeyiz diyordu.
Bir bakan Ayasofya cami olmalıdır derken diğerleri bunu şiddetle protesto ediyordu.
Dediğim gibi renkli bir hükümetti. Karşılıklı hamleler sonunda bitti zaten. Ecevit yurt dışına çıkarken protokol gereği yerine Başbakan Yardımcısı Erbakan’ı bırakması gerekirken bir CHP’liyi vekil yapmış, Erbakan da Ecevit’in yurt dışına çıkacağına dair kararnameyi imzalamayarak misillemede bulunmuştu. Yurt dışına çıkamayan Ecevit hükümeti bozarak karşılık verecekti bu reste.
Böyle bitti bu ilginç hükümet.
KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI
Tabii Kıbrıs Barış Harekâtı’nın bu hükümet zamanında yapıldığını ve Erbakan’ın zorlaması, hatta oldubittisi olmasa harekâtın yapılamayacağını söylememize gerek yok. Bu gerçekleri Erbakan hoca Ecevit’in sağlığında ve Rauf Denktaş’ın hazır bulunduğu toplantılarda defalarca dile getirmiştir. Hatta Denktaş’ın, hocanın Kıbrıs’ın tamamını alalım, sonra pazarlık yaparak gerekirse bir miktar toprağı bırakırız fikrini teyid eden ifadeleri vardır.
Cemil Meriç’in tabiriyle ‘Batı’nın deli gömleği’ Kıbrıs harekâtıyla yırtılmaya başladı ve o yırtma işlemi devam ediyor. Nitekim vaktiyle Erbakan hocanın “100 bin motor, tank, uçak yapacağız” iddiasına istihzayla mukabele edenler harekâttan sonra neden silah sanayiimiz, uçak sanayiimiz, tank sanayiimiz yok diye pişmanlıklarını ifade etmişlerdi. Devrin gazete ve dergileri bu itiraf ve pişmanlıkların ifadeleriyle doludur.
Türk askeri 1974’ün Temmuzunda Batı’nın deli gömleğini yırtarken siyasette de hareketlilik yaşanıyor ve içerideki bütünleşme ve kararlılık her iki partinin müteakip yıllardaki performansını etkiliyordu. Ecevit ve Erbakan bu kısa koalisyon ve barış harekâtı sayesinde 2000’li yılların başına kadar Türk siyasetinin ana aktörleri olmaya devam edeceklerdi.
TARİHÎ YANILGI
Lakin bu renkli koalisyonun bir başka mirası vardı. Sol, bir özeleştiriye girecek, dindar insanların da kendileri gibi olduğunu bu sayede öğrenecek ve bunu da alenen itiraf edecekti.
7 Şubat 1974 tarihinde Başbakan Ecevit tarafından okunan hükümet programı şu tarihî cümle ile sona ermekteydi:
“CHP ile MSP’nin kurdukları hükümet ortaklığı, uzun süre milli bütünlüğümüzü zedelemiş, kalkınma hamlemizi güçleştirmiş bazı tarihi yanılgıların doğurduğu sun’i ayrılıklara da son veren bir yeni dönem açmaktadır ülkemize.”
PEKİ NEYDİ BU TARİHÎ YANILGI?
Erbakan’ın ifadesiyle bir insan hem dindar ve muhafazakâr, hem de ilerici olabilirmiş kanaatinin CHP Genel Başkanı ve Başbakan Ecevit’in ağzından itirafıydı. Böylece rejimi kuran parti CHP, o tarihe kadar dindar kesimin partisini ve o partiye oy veren halkı dışlamış olmasını tarihî yanılgı diye nitelendirmekte, bir bakıma pişmanlığını dile getirmekteydi. Ecevit bu TBMM konuşmasıyla tarihî yanılgıya son verdiğini ilan etmiş oluyordu.
Yalnız itiraf mı?
Dahası var elbette.
Özellikle haftalık Devir dergisini çıkartan Kılıç Ali’nin oğlu Altemur Kılıç’ın fark ettiği gibi tarihî yanılgı tezi, Atatürk devrimleri ve Kemalizm hakkında bir yanılgıyı da itiraf mahiyetindeydi. Ecevit, Atatürk’ü tabulaştırmamak gerektiğini şöyle savunmuştur: “Atatürk’ü tabulaştırmak, Atatürkçülüğe en aykırı bir eğilimdir.”
ECEVİT DEVRİMLERİ ELEŞTİRİYOR
Atatürk’ü özleyenlere de söyleyecekleri vardır Ecevit’in:
“Bazı kötümser kişiler, Atatürk’ün ölümünden otuzu aşkın yıl sonra, hâlâ bir Atatürk özlemi içendedirler. (Bunlar) kendi toplumlarına o kadar güvensizdirler ki, illa Atatürk dirilsin de veya bir başka Atatürk çıksın da, kendilerini kurtarsın isterler. Ölümünden otuzu aşkın yıl sonra Atatürk, kendini Türk toplumuna, bu kötümser kişilerin aradığı kadar aratıyor olsa idi, Atatürk’ün başarılı olmadığına hükmetmek gerekirdi. Oysa Atatürk’ün başarısı, Türk toplumunun Atatürksüz yürüyebilmesidir.”
Darbeciliğe ve askerden medet ummaya yönelik çabalarına Atatürk’ü kalkan yapanlara Atatürk devrimciliğinin bir yaptığı devrimler şeklinde somut, bir de sürekli devrimcilik şeklinde soyut yönü vardır şeklinde tepki gösterir. Ancak bu ikisi birlikte olursa gerçek Atatürk devrimcisi olunabilir. 1920’ler ve 1930’lardaki devrimlere saplanıp kalanlar gerçekte devrimci değil, tutucudurlar, çünkü geçmişe saplanıp kalmışlardır. Ecevit’e göre Atatürk her türlü tutuculuğa karşıdır, “Atatürk tutuculuğu” da buna dahildir.
Doğan Avcıoğlu’nun başını çektiği Yön hareketinin Atatürkçülüğünü de sorgulayan Ecevit, bunların aslında Atatürkçü de, solcu da olamayacaklarını söyler. Bunlar “Atatürkçü geçinen sözde devrimciler”dir. Onlar süngülerin arkasından devrim yapmayı amaçlıyor, halktan değil, üniformalılardan medet umuyorlardır. Oysa Atatürk savaştan sonra üniformasını çıkarmış, sivil siyasete yönelmiştir, Yöncüler ise kendileri sivilken askerliğe yönelmekteydiler. ‘Halka rağmen halk için’ anlayışı Ecevit’e göre değildi.
Ecevit, devrimlerin daha çok üstyapıyla ilgili biçimsel ve yüzeysel adımlar olduğunu söyleme cesareti gösterebilmiş, oysa demiştir, asıl ihtiyaç duyduğumuz devrimler altyapı devrimleridir. Bunu Atatürk yapamamış ama ona giden yolu hazırlamıştır. Dolayısıyla yapılacak “gerçek devrim”, Atatürk’ü de aşacaktır. (Ulus, 12 Kasım 1969). Unutmayın ki bu sözlerin söylendiği sırada İnönü CHP genel başkanıdır.
Tarihî yanılgı tezi CHP içinde olgun bir Atatürk eleştirisini başlatmıştı. Neyse ki, Kemalizmin imdadına 12 Eylül darbesi yetişti.
ECEVİT NEDEN 'VAHDETTİN HAİN DEĞİL' DEMİŞTİ?
Bülent Ecevit ölümünden bir yıl önce "Vahdettin hain değildir" demiş ve eklemişti:
"Ben zaten hiçbir zaman onun hain olduğuna inanmadım."
2005 yılında sarfettiği bu iddialı cümle üzerine bir Vahdettin tartışmasıdır kopmuş, Süleyman Demirel dahil alakalı, alakasız nice kişi tepki veya destek mahiyetinde görüş beyan etmişti. Fakat asıl gözden kaçan nokta, CHP eski genel başkanının yakın tarihle ilgili bu tür sözleri ilk kez söylemediğiydi.
Ecevit'in 1960'ların ortalarından itibaren girdiği Kemalizmi revize edip yakın tarihi doğru bir noktaya konumlandırma girişiminin tabii bir devamıydı bu söz. Gerçekten de Ecevit'in Atatürk ve Devrimler hakkında söyledikleri ile Sultan Vahdettin'in hain olmadığına dair sözü bir el ile eldiven kadar uyumluydu.