Ebrucu, kadim ebrucu!

Abone Ol

Herkesin bir hikâyesi vardır. İçinden zaman, mekân, eşya ve eşhas geçen hikâye… Kadim ebrucunun içinden ebru renkli hülyalar geçen hikâyesinin bidayetini soracak olursanız “26 yaşında idealist bir mühendisken başladı” derim.

Ebrucu, İngiltere’deki mühendislik eğitimini tamamladıktan sonra “Artık zamanıdır yurda gitmenin” mülâhazasıyla Türkiye’ye gelip de hendese ilmiyle meşgul olmaya başladığında takvimin yaprakları 1980 yılını göstermektedir.

Ebrucu, kendisi gibi mühendis olan bir arkadaşının evinde ilk kez bir hilye-i şerîfe görür... Hilyeye, İfade ettiği anlamına, tezhibine, yazısına hayran olur. Levhanın ketebe bölümünde Reisülhattâtîn Hasan Çelebi’nin imzası bulunmaktadır. Bezemesini ise  Melek Antel’in fırçasından dökülen altın damlaları zînetlendirmektedir. Ebrucu, hilye-i şerîfe levhasının çevresindeki hatayi ve rumilerin kıvrımlarında zevk-i selimin en güzel örneklerini temâşâ ederken arkadaşının eşi içerden bir de ebru getirir. Kadim ebrucunun göz bebekleri ebrunun içinde takılıp kalır. Arkadaşı, “Bunu yapan Üsküdar’da bir ihtiyar var ama kimseye öğretmiyor. Allah geçinden versin, emr-i Hakk vaki olursa bu sanat kaybolup gidecek” deyince o anda kararını verir “Benim zamanım var, bunu nasıl öğrenebilirim? Kaybolmasın bu sanat…”

Hilye-i şerîfedeki tılsım, muhatabımızı kısa sürede Topkapı Sarayı Türk Süsleme Sanatları Kursu’na çeker… Orada Türk tezyîni sanatlarının ve bahusus tezhip sanatının inceliklerini öğrenmeye başlar ve içindeki ebruyu kaybolmaktan kurtarma sevdası ile ilk teknesini açar.

Herkesin bir hikâyesi olduğunu söylemiştik... Giriş cümlemize acı-tatlı olayları, insanı, kaderi, kederi ve hadiseleri de ekleyerek, kelâmımıza devam edelim… Kadim ebrucunun ebru ile; bir adım öte hocasıyla tanışmasının hikâyesi ise şöyledir…

Ebru sevdalısı, bir pazar günü saatler 10:00’ı gösterirken Üsküdar’da Doğancılar yokuşunda Doğancılar Parkı’na gelmeden hemen sağdaki Ebru Apartmanı’nın kapısında bulunan üç zilden en alttakine basar. -Birkaç sene önce bu eski ve soba ile ısıtılan bina yıktırılarak yerine yine Ebru Apartmanı adıyla yeni ve modern bir bina yaptırılmıştır.- Kapıyı, Süheyla Teyze açar ve Hoca’nın atölyede olduğunu söyleyerek ebru sevdalısını hânelerinin bodrum katına yönlendirir. Ebrucu aşağı indiğinde Hoca’dan başka kimse yoktur ve leğende süzülmeyi bekleyen kitre ile boş bir tekne ve boyalar vardır orta yerde.

Düzgünman Hoca, “Kitreyi nasıl süzdüğümü gör diye seni bekledim” diyerek kitreyi süzmeye başlar. İçindeki şişmemiş kitre parçacıklarının hepsinin torbaya dolduğundan emin olduktan sonra da leğendeki kitreyi tekneye boşaltır ve hemen ebru yapmaya başlar…

Ebrucunun, Hocasının ellerinden çıkan ilk ebruyu temâşâ etmesinin işte böyle bir hikâyesi vardır… Hocasının dua yüklü parmaklarının ucuyla yaptığı ilk ebru sümbül ebrusudur.

Kadim ebrucu bugün de zaman zaman yolunu Ebru Apartmanı’na düşürür, önünden dualarla geçer, kirpikleri gözyaşlarını tutamaz olur, sümbül kokusunu duyar, yüreğinde ince bir hasret, daüssıla sızısı belirir.

Kadim ebrucunun güzel sanatlarla, ebru ile ilk münasebeti işte bu şekilde olur ve kendi kendine “Ebru sanatı kaybolmasın, bu güzel sanatla meşgul olayım" der. Dolayısıyla Türk ebrusuna hizmet etmek maksadıyla sanatla teşrîk-i mesai kurar… Onun hikâyesinde arz etmeye çalıştığımız üzere teknenin içinde bir oyana bir bu yana salınan, boğazdaki yelkenliler gibi süzülüp giden, boyaların su üzerindeki raksına meftuniyete yer yoktur… Ebru sanatı kaybolmasın, has ebru yozlaşmasın düşünceleriyle teknenin içine açılır... 

Bugün muhatabımızın ebru geleneğinin korunması konusunda muhafazakâr davranması, hattı değil sathı müdafaa etmesi, şuur altına yerleşen “Ebru kaybolmasın, yok olup gitmesin” düşüncesidir.

O, işte bu türden mülahazalarla kendilerine her gün ebruda yeni açılımlar yapma düşüncelerini vehmedenlere duruşuyla, battal ebrusuyla, hatip ebrusuyla nasihat ederek, köklerine dönmeyi, Sadık Efendi’nin, İbrahim Edhem Efendi’nin, Necmeddin Efendi’nin. Mustafa Düzgünman Üstad’ın pak ebru ocaklarının altında toplanmaklığı salık veriyor ve ekliyor: ”Ustanın ahlâkı ile ahlâklanmak, hâli ile hâllenmek lazım vesselâm…”

“Marifet iltifata tabidir müşterisiz meta zayidir” buyurmuş eskiler. El-Hakk doğrudur. Kaideyi bozmasa da istisnalar her zaman vardır. Kadim ebrucunun hocası Mustafa Düzgünman Üstad işte darb-ı mesel haline gelmiş altı kelimelik cümlenin haricindedir.

1940 yılında ebru yapmaya başlayan Düzgünman Hoca tam otuz beş yıl boyunca bir tek ebrusuna müşteri bulamadan, ebrularını satamadan, müşteri olmadığı halde ve ebrularına “âferin” diyen, kendisini takdir eden hiç kimse olmadığı halde aşk ile gece-gündüz ebru yapmış. 35 yıl boyunca kadim ebruya gönül verecek mânevî bir evlat göndermesi için Rabbine dua ve tazarrû makamında bulunmuş. İşte hocasının mezkûr aşkı, samimiyeti, ihlâsı, ebru sevdası, kadim ebrucuyu da ebruya aşkla, şevkle raptetmiş… Bunun içindir ki ebrucu; yılmaz ebrucu, talebelerini ilk önce keyfiyeti salık veriyor: “Hocamın ebruya olan aşkını örnek alın, ebru yapacaksanız bir karşılık beklemeden aşkla yapın, aşkla ve şevkle…”

Ahlâk herkese lazım. Sanatçıya daha fazla… Sanatkâr, “Edepsizlik heder eder padişahı” mısraını her daim hatırında tutarak hocasının ahlakıyla ahlaklanmalı, usulü, erkânı, edebi terk etmemeli, tevazuu elden bırakmamalıdır…

Ebrucu, kadim Türk ebrusunun günümüzdeki “baba”sı, yine seher vaktinde güne merhaba dedi: “Merhabe’n-merhabe’n-bi’s-sabahi’l-cedîd”. Her sabah yaptığı gibi dudaklarından “Euzü bi-kelimâtillâhi’t-tâmmâti-min şerri mâ-halak(a)” zikri döküldükten sonra evinin alt katındaki atölyesine indi. Lambayı yaktı…

Günün erken vakitlerinde battal ebrusu yapmak gibi bir alışkanlığı vardı. Teknenin başına geçmezden önce Hocası Mustafa Düzgünman’ın her gece koklayıp da ebru teknesinin yanına koyduğu beresini, bulunduğu yerden alarak üstadına ait husûsî eşyalardan küçük terazinin, ağırlıkların, boya kavanozlarının, bizlerin, sümbül taraklarının, fırçanın, falçatanın, çakının ve kilidin bulunduğu rafa, onların yanına koydu.  Besmele çekip ustalarının ruhu için bir Fatiha-i Şerife okuyarak sırdaşı ebru teknesine açıldı…

“Usul olmadan vusul olmaz”, yahut “Men tereke’l usule ba’del vusul” fetvasınca kadim Türk ebrusunun peşindeydi. Cemiyetteki yozlaşma kadar sanatta, sanatın âdâbındaki yozlaşmadan da muzdaripti…

Bir yandan teknesinin içinden battal ebrular geçirirken diğer yandan da eski kasetçaların düğmesine dokundu… Hocasının sesini artan bir hasretle dinledi, dinledi, dinledi…

“Derdimizin dermanıdır Hazret-i Pîr Efendimiz/Gönlümüzün sultanıdır Hazret-i Pîr Efendimiz/Derun içre yanmaktadır çerağı piranedir/Aziz Mahmud Hüdaî’dir Hazret-i Pîr Efendimiz.”

Kadim ebrucu, üstadının üstadı Necmeddin Efendi gibi bir işten yorulunca farklı işlerle, sanat ve zanaat icra ederek dinlenir. Kâh eskrim sporu alanında ülkemize tarihimizdeki en önemli başarıları kazandıran oğlu Tevfik Burak’ın tavlı çelikten mamul flöresini tamir eder, kâh tornasından değil gönlünden geçerek ipe sıralanan ateş kehribarı bir tesbih çeker. Hâsılı, ebrucu hiç boş durmaz!

O sabah da epeyce battal ebru yaptıktan sonra akkâse ebrular için yeni kalıplar kesti… “Hulûsi” ketebeli bir “Ya Hayyu Ya Kayyûm” ve daha birkaç kelâm-ı kibâr…

O, yazıyı kamış kalemden neş’et edermişçesine keser. Bıçak, kâğıdın müşfik yüzünde ilerleyip dururken mahir hattatın tashih kaleminden çıkarmışçasına yolunu, izini bulur, bıçağı, java kalemi gibi kullanır!

Kadim ebrucunun bıçağı kalem gibi kullanmasının hikâyesi şöyledir. 1995 yılında işyerinde öğle tatilinde spor yaparken sağ ayağının aşil tendonunu koparmıştır. Ameliyat olduktan sonra 2 ay kadar sağ bacağı tam alçıya alınır. Mizaç itibariyle boş duramayan ve mutlaka bir şeylerle meşgul olan birisi olduğu için evde öylece oturup durmak çok sıkıntı verir. Bacağı boylu boyunca alçıda olduğu için ebru teknesine yaklaşamadığından ebru da yapamaz. Şer zannettiğimiz her şeyde bir hayır vardır ya ebrucu da can sıkıntısı ile yazı kesmeye başlar. Keser, keser, mütemadiyen keser... Kestiklerini biriktirip tekneyi açtığında hepsini birden sırayla ebrular.

Kadim ebrucu mezkûr denemeler sırasında kalıp tekniği konusunda bilmediği birçok şeyi de öğrenmiş olur. Artık hiç vazgeçmeyeceği bir noktaya gelmiş, içine, akkâse ebrular yapmak ateşi düşmüş ve kalıp tekniğiyle bunu başarabileceğini görmüştür. Yani kadim ebrucunun akkâsedeki başarısı biraz da aşil tendonuyla alakalıdır…

Ebruyla birlikte Fuat Başar’dan sülüs yazı meşkine başlar. Lâkin, gündelik işlerin telâşesine kızının doğumu da eklenince bir tercih yapmakla karşı karşıya kalır. Çok sevdiği ebru sanatını yine çok sevdiği hat sanatına tercih eder.

Hat sanatı iğne ile kuyu kazmak şeklinde tabir ve tarif edilir. Bu kez, kadim ebrucu mademki iğne ile kuyu kazamayacaktır, bununla birlikte pek âlâ iğne ile suyu kazabilir! Ve öyle de oldu. Çok çok sevdiği ebruyu, çok sevdiği hatta karşı tercih etme durumunda kaldı.

Zamanla ebru teknesinin içinden battal ebrularla birlikte çiçek ebruları da geçmeye başladı… Yazıya da özellikle geçmiş zaman üstadlarının hat levhalarına karşı içten gelen bir muhabbetle bağlıydı. 

Evinin tüm duvarlarına ebrularla birlikte hat levhalarıyla da tezyin etmek istiyordu.   Sami Efendi’nin, Hul$usi Efendi’nin, Hamid Hoca’nın, Halim Efendi’nin, İsmail Hakkı Bey’in ve tabii ki hocasının hocası Hezârfen Necmeddin Okyay Üstad’ın kamış kalemlerinden  neş’et eden ta’likten sülüse, nesihten dîvânîye kadar eskimez yazıları satın alıp evinin tüm duvarlarını bir sanat gülşenine çevirmek istiyordur. 

İstanbul’da hayat her zaman zordur. Hayata yeni atılmış, yeni evlenmiş ve yeni çocuk sahibi olmuş genç bir sanat sevdalısının, mücerret mühendis maaşıyla ismi anılan hat hocalarının yazılarına sahip olması da mümkün değildir. O da, “bunları akkâse ile yaparım” düşüncesiyle bu işe dört ele sarılır.

Mühendislik hayatı araştırma-geliştirme birimlerinde araştırıcı ya da yönetici olarak geçtiği için teknik sorunların çözümü konusunda bu iş için gerekli formasyonu da vardın. Sonuçta kendi çabalarıyla eskimez zamanların hat hocalarının yazılarını çok net ve aslından hiç taviz vermeden yapabilmek konusunda bir mühendislik prosesi geliştirir. Ondan sonra birçok ebrucu da akkâse tekniğini kullanarak tekneden yazılı ebrular çıkarır.

Sadırda kalmaz, satırda kalır” demiş sanatkâr dedelerimiz. El-Hakk doğrudur. Kadim ebrucu da bir yandan geleneğin, hüvesi hüvesine devam ettirilmesi diğer bir yandan da ebruculuk alanında kaliteli çok az kitap/yayın bulunmasına içerlemesi dolayısıyla tekne ve talebe hizmetinden arta kalan zamanlarda ebru kitabı yazma gayretini göstererek Türk Ebrûsu Nakş-ı ber âb kitabını yayınlamaya muvaffak kılını…  Bu satırların yazarına hediye ettiği, içinde küçük, orijinal bir battal ebrusu da barındırmakta olan kitaptan eskimez usullerle kitrenin hazırlanmasına nazar edelim.

“Kaç litre kıvam artırıcı hazırlanmak isteniyorsa o kadar su bir kovaya konur. Eğer su sıcak olursa denizkadayıfının erimesi bir miktar daha hızlı olur. El karıştırıcısı ile karıştırılırken bir yandan da bir kaşık ile denizkadayıfı dönen suya serpilir. Karıştırma sırasında denizkadayıfı köpürür bunun bir sakıncası yoktur. Suya denizkadayıfı eklenmesine su kıvam kazanana kadar devam edilir. Su kıvam kazandığında el karıştırıcısı durdurularak yaklaşık 2 mm. kalınlığında bir biz kıvam artırıcının içinde yürütülür. Biz dışarı çıkarılarak bizin köpüklerde meydana getirdiği > şeklindeki izin hareketi gözlenir. Bizin izi ileri doğru hareketine devam ediyorsa az önce tarif edildiği gibi denizkadayıfı eklenmeye devam edilir ve bir süre sonra bu işlem tekrarlanır. Bizin izi lastik gibi geri geliyorsa kovaya bir miktar sıcak su ilave edilerek bizin izinin olduğu yerde kalması sağlanır. Doğru kıvamda bizin izi olduğu yerde kalmalı, ne ileri ne de geri hareket etmemelidir.” 

(…)

Kadim ebrucu, İSMEK’in Bağlarbaşı’ndaki İhtisas Merkezi’nde ders verdiği esnada, Merkez’in tezhip hocalarından birinin ilkokula giden yeğeni, “Alparslan Amca, ebru fırçalarını at uyruğundan yapıyormuşsunuz doğru mu? Nasıl oluyor bu iş!”deyince, has talebesi Uğur’a, kemâl-i ciddiyetle ebrûnun usulüne dair hakikatleri nasıl anlatıyor idiyse, sevimli kız çocuğunu teknenin yanındaki iskemleye oturtarak çantasından at kuyruğu çıkarıp eline verdikten sonra fırça yapımını şöylece izah eder:

“Yeğenim… İşittiğin doğrudur. Ebru fırçaları atkuyruğundan yapılır. Şöyle ki… Yaşlı bir atın kuyruğundan alınan kıllar, 7-8 santimetre boyunda kesilerek en kalını başparmak, en incesi serçe parmak kalınlığında demet haline getirilir. Bu demet, önceden kesilip kurutulmuş ve dikenleri temizlenmiş gül dalının ince tarafının etrafına mümkün olduğunca eşit bir şekilde yerleştirilir. Kılların fırçanın üzerine binen kısmının uzunluğu üç santimetre civarında olursa misinayı saracak kadar bir genişlik elde edilmiş olur. 0.50 mm. ya da daha kalın bir misina, kılların etrafına sıkıca sarılarak düğüm, sarımların altında kalacak şekilde özel bir balıkçı düğümü ile düğümlenir. Gül dalının üzerine binen kısımdaki kıllar misinanın beş milimetre uzağından falçata ile kesilerek düzeltilir. Fırçanın ucundaki kıllar da gül dalının bittiği yerden itibaren, aşağı yukarı bir parmak boğumu kadar uzunluk bırakıldıktan sonra tıraşlanır ve düzeltilir.”

Sözün bu yerinde 32 yıl öncesine, 1991 yılının Üsküdar’ına gidiyoruz.

Kadim ebrucunun Hocası Mustafa Düzgünman’ın Hakk’a yürüyüşünün üzerinden henüz bir yıl geçmiştir. Hocasının hanımı Süheyla Teyze, ebrucuyu telefonla arayarak ebru seyretmeyi çok özlediğini söyledikten sonra şu cümleyi kurar: “Tekne açınca haber verir misin evladım?” Kadim ebrucu telefon görüşmesinin üzerinden tekneyi açmasına kadar geçen üç günlük süre boyunca sürekli hâtiften sesler işitir: “Tekne açınca haber verir misin evladım?”

Ebrucu, sümbül ebrusunu ilk gördüğünde nasıl bir heyecan ve hâlet-i rûhiye içerisindeyse Süheyla Teyze’nin; ebru özlemine dair telefonun ucundan ses iletmesi onu öylece heyecanlandırır.

Tekneyi açıp da ebru yapmaya başlar başlamaz Süheyla Teyze’yi arar.  Merhum hocanın oğlu Ali Ağabey, Süheyla Teyze’yi getirir. Teknesinin yanına oturup ebru yapmasını seyreden Süheyla Teyze için elinden geldiği kadar -Hocasının ebrularına benzetmeye çalışarak- ve mümkün olduğunca muhtelif çeşitlerde ebru yaparak “mânevî teyzesi”nin özlemini gidermeye çalışır.

Vefâ cemiyetin atar damarları içerisinde kaybolup giderken ismi Fatih’te bir semtin adı olarak kalır… Toplumun içerisinde en fazla eksikliği hissedilen önemli bir haslet vefâdır çünkü!

Kadim ebrucu, çok sevdiği Hocası Mustafa Düzgünman Üstad’ın hanımı Süheyla Teyze’yi hatırından hiç çıkarmaz, hemen hemen her hafta sonu ya da hafta arası iş çıkışı bazen kızını ve eşini de yanına alarak ziyaretine gider; Hocasına olan özlemimi Süheyla Teyze ile hasbıhal ederek giderir. Bayramlarda elinde çiçek ve şekerlerle önce Süheyla Teyze’ye; sonra da dudaklarında dualarla Karacaahmet kabristanlığındaki Hocasının kabrine koşar…

Fâni olan hayat mâlumunuz üzere ezan ile salâ arasında… Vakit, saat geldiğinde Azrail Aleyhisselâm emaneti, ruhu teslim alır.

Kadim ebrucunun hocasının hanımı Süheyla Teyze 2004 yılında Hakk'a yürüyüp de Hocası ile aynı kabristana, Hezârfen Necmeddin Okyay'ın hemen yanına sırlandığında kalabalıklar içerisinde kendini iyiden iyice yalnız hissetmeye başlar… Hemen her hafta hocasını, hocasının hocası Necmeddin Efendi’yi ve Süheyla Teyze’yi ziyaret eder.

(…)

Kasetçaları, “Hazret-i pîr Efendimiz” terkibini 33’üncü kez tekrar edip dururken kadim ebrucu teknesinden pek çok battal ebrusu çıkardı. Birini çok beğendikten sonra “Hocamınkine ne kadar benziyor, çok şükür” dedi.

Klasik ebru denilince hatip ebrusunu ve battal ebruyu anlayan ebrucu, teknesinden güzel bir ebru çıkardığında hep anı şeyi yapar! Teknesinin içinden çıkan battal ebruyu sergeninin üzerine itina ile koyar. “Ah işte bu güzel oldu galiba, hocamınkine de benzedi” der. Böylelikle güzel bir ebru yapmanın mutluluğunu her güzel ebrudan sonra yaptığı gibi “cigara”sından bir nefes çekip kahvesini yudumlayarak yaşar. Kahvesini bitirinceye kadar battal ebrunun hâlelerinden içeriye girip hocasıyla halleşir! 

Kadim ebrucu, teknenin başında olmadığı zamanlarda ya kitap okuyordur, ya da yazıyordur… Ama her halükârda yana yana, döne döne Veysel Dalsaldı’yı dinliyordur…

Ebrucu, atölyesinin duvarlarına anlam katmakta olan İbrahim Edhem Efendi’nin fotoğrafında asâleti, Necmeddin Efendi’nin resminde istikrarı ve nihayet, hocası Mustafa Düzgünman’ın sûret tasvirinde azmi ve sebatı müşahede eder!

Hocasının çektiği sıkıntıları düşünerek, onun yaptığı gibi dilinden mütemadiyen “Derdimizin dermanıdır Hazret-i Pîr Efendimiz” mısraları dökülür:

Derdimizin dermânıdır Hazret-i Pîr Efendimiz

Gönlümüzün sultânıdır Hazret-i Pîr Efendimiz

Derûn içre yanmakdadır çerâğ-ı pîrânesi

Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir Hazret-i Pîr Efendimiz

 

Hâmiş: 10 yıl önce Sondevir için kaleme aldığım, Sondevir, Sondevir.gaste24.com’a dönüştükten sonra önce görselleri, sonra da linki düşen bu yazının içeriğini güncelleyerek yeniden değerli okuyucularımın irfanına arz ettim. Ebrucu Alparslan Babaoğlu’na selâm, hocası Mustafa Düzgünman üstada rahmet olsun. İEG