Geçtiğimiz yüzyılda yazılmış olmalarına rağmen bazı distopyalar geleceğe dair umutlarımıza gölge düşürmeye devam ediyor. Bunlardan en dikkat çekeni Büyük Birader tarafından hayatlarının her alanı kontrol altına alınmış insanlığın dramınından bahseden 1984 romanıydı. George Orwell, bu kitabında acımasız ve baskıcı bir totaliter devletin dehşetini kurguluyordu. Yazıldığı dönemden neredeyse kırk yıl sonra yalan tarihi yazan Doğruluk Bakanlığıyla, işkenceden sorumlu Sevgi Bakalığıyla ve otoriteye aykırı fikirleri doğmadan bertaraf eden Düşünce Polisleriyle tanışacağımızı öngörüyordu. Totaliter rejimlerin birer birer yıkılması ve tüm dünyada demokratik yönetimlerin yükselişi, özgür düşünceye nefes alacak yer bırakmayan bu kurgudan uzaklaştığımızı düşündürmüştü. Oysa değişen hayat şartları daha eski bir distopik anlatıya yaklaştığımızı gösterdi; Cesur Yeni Dünya.
Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünya (1932) adlı eseri, totaliterliğin yine acımasız fakat son derece güleryüzlü bir biçimini öngörüyordu. Baskı ve şiddet yerine sınırsız tüketim ve hipnotik ikna yoluyla gerçekleşen bir dönüşümden bahsediyordu. Aile kavramının yok edildiği bu dünyada insanlar “kuluçka ve şartlandırma merkezi” adı verilen labaratuvarlarda üretilmektedir. Ardından, duygusal bağlantıları kısıtlayan ve bireysel özgürlükleri bastıran bir eğitim sistemiyle yetiştirilirler. Genetik müdahaleler ve Pavlovcu şartlandırma sonucunda oluşan bir kast sistemi mevcuttur. Bu sistemde toplumsal yapı son derece zeki yönetici alfa sınıfından, önemsiz işleri severek yapan ebleh epsilonlara kadar uzanmaktadır. Ancak hiçkimse bu sosyal hiyerarşiden şikayetçi değildir zira devletin vatandaşlarına sağladığı ve kullanıcıyı anında mutlueden bir ilacı vardır; soma. İnsanlar, mutluluk ve tatmin duygusu yaratmak için soma adı verilen bu ilacı kullanır ve duygusal acıdan kaçınmak için yaşadıkları dünyanın gerçekliğini görmezden gelirler. Herkesin her zaman mükemmel bir şekilde mutlu olduğu bu “kabusta” tüm vatandaşlar soma bağımlısıdır.
Cesur Yeni Dünya’nın bu kurgusu herkesin mutlu olmak gibi bir ideale koştuğu çağımızda yaşananlara uzak değil. William Davies, Mutluluk Endüstrisi kitabında modern kapitalizmin mutluluğu nasıl kabul edilebilir yegâne duygu durumu haline getirdiğinden bahseder. Böylece akıl ve ruh sağlığını, yani mutlu olma halini korumak için milyonlarca dolar harcayan bir nüfus doğmuştur. Üstelik insanlığın mutluluk arayışı sadece ekonomiye katkısından dolayı değil, kontrol edilebilir bir toplum oluşturabilme gücü sebebiyle de desteklenmektedir. Neil Postman’ın “Televizyon: Öldüren Eğlence” kitabında belirttiği gibi artık insanlar baskı ve şiddetle değil, eğlence ve mutluluk arayışına bağımlı kılınarak kontrol altına alınmaktadır. Huxley ise neredeyse yüzyıl öncesinden mutluluk bağımlısı aklı başında bir nüfusun bile özgürlük yerine diktatörlüğü gönül rızasıyla nasıl tercih edebileceği konusunda uyarmaktadır.
Huxley’in distopyasında dünya devleti, düzeni sağlamaya çalışan bir diktatörlüktür. Bu diktatörlük, dünyanın işleyişini sürdürmek için geniş bir bürokrasiye dayanan on oligark tarafından yönetilmektedir. Tipik bir insan, itaatkârlığını sevmeye ve dünya sorunları hakkında endişelenmemeye şartlandırılmıştır. Tıpkı Rus yazar Yevgeni İvanoviç Zamyatin’in 1920’de kaleme aldığı “Biz” romanında olduğu gibi 26. yüzyılda kurgulanan totaliter iktidar, insan benliğini yok ederek bireyleri etkisiz hale getirmektedir. Küresel istikrar, Henry Ford ve Sigmund Freud'un öğretilerine dayanan ve her iki adama da tapınmayı içeren Fordist din aracılığıyla sağlanmaktadır. Bu inancın ilkeleri kitlesel tüketimciliği, aile karşıtlığını ve her ne pahasına olursa olsun mutsuzluktan kaçınmayı teşvik etmektedir. Huxley'in distopyası, köleleştirilmiş nüfusun içinde bulundukları hali sevmeleri bakımından özellikle dehşet vericidir.
Yeni Dünyada herşey o kadar mükemmeldir ki sonunda Ayrıbölge’den gelen Vahşimutsuz olabilme hakkı için yakarmaktadır. Bu dünyanın on denetleyicisinden biri olan Mustafa Mond'un sunduğu "rahatlık" onun için yeterli değildir. O, özgür iradenin olduğu hastalık, gözyaşı, korku ve ızdırap dolu eski dünyayı özlemektedir. Hayatın duyuların ötesinde bir anlamı olduğuna ve anlık tatminin asla yeterli olmayacağına inanmaktadır.
Baskı, şiddet ve işkence dolu kurgusuyla 1984, Cesur Yeni Dünya’dan etkilenerek yazılmış olsa da bugüne dek ondan daha çok konuşuldu. Defalarca beyaz perdeye uyarlandı ve en çok okunan kitaplar arasında yer aldı. Eleştirmenler de genellikle iki distopya arasındaki benzerlikleri ele alırlar. Neil Postman ise Orwell ve Huxley’in çalışmalarını şu şekilde özetler:
“Orwell'in korktuğu şey kitapları yasaklayacak olanlardı. Huxley'in korktuğu şey, bir kitabı yasaklamak için hiçbir nedenin olmayacağıydı, çünkü o kitabı okumak isteyen kimse olmayacaktı. Orwell, güç sahiplerinin bizi bilgiden mahrum bırakabileceğinden korkuyordu. Huxley ise bize bilginin çok sunulmasından dolayı bencilliğe ve hareketsizliğe itilmemizden endişe ediyordu. Orwell, hakikatin bizden titizlikle gizleneceğinden endişe ederken, Huxley gerçeklerin devasa bir ilgisizlik denizinde, bilgi yığınları arasında kaybolmasından korkuyordu. Orwell tutsak bir kültüre evrileceğimizden korkuyordu; Huxley ise saçma sapan şeylerle uğraşmayı rutin edinmiş, ehemmiyetsiz bir kültüre evrileceğimizden. Kısaca, Orwell nefret ettiğimiz şeyin bizi mahvedebileceğinden korkuyordu. Huxley ise sevdiğimiz şeyin bizi mahvedebileceğinden korkuyordu.”
İki distopya arasındaki en önemli fark, Cesur Yeni Dünya’nın tüm olumsuz kurgusuna rağmen içerisinde bir umut barındırmasıdır. Zira tüm koşullandırmalara ve uyuşturmalara rağmen insan doğasının bu distopyaya karşı duracağını vaadetmektedir. Sosyal hiyerarşinin üst sınıfında olduğu halde toplumun normlarına uymayan düşüncelere ve hislere sahip Bernard Marx ile Ayrıbölge’den gelen Vahşi bu kâbusun içerisinde bile insanlığa dair bir umut bulunabileceğini göstermektedir. Oysa 1984’te okurun insanlığa dair inancı, Büyük Biraderin iktidarına boyun eğerek birbirlerine ihanet eden iki direnişçinin dramıyla derinden sarsılmaktadır.
Bugünlerde gözlerimiz nereye çevrilse Gazze'deki savaşın gölgesi düşüyor. Zira Filistin halkı tüm dünyaya zamanları aşacak bir ders vermektedir. Güç sahiplerinin mutlak iktidarına karşın hala insanlığa dair bir umut olduğunu haber veriyorlar. Filistinli bir kadın “Abluka altında dünyanın en özgür halkıyız.” diyordu. Ayrıbölgeden gelen Vahşi’nin Cesur Yeni Dünya’ya insanlık adına neleri kaybettiklerini hatırlatması gibi direnişçiler de bizlere aslında ne denli bir tutsaklık içinde olduğumuzu gösteriyor.