Cennet’e müjdeci giden paşa

Abone Ol

Bazı sözler vardır ki, insanın en üzüntülü zamanında bile ferahlamasına sebep olur. Birkaçgün önce gençyaşında şehid edilen Rize Emniyet Müdürü Altuğ Verdi’nin kardeşinin sosyal medyada yaptığı paylaşımda 'Ağabeyimin tayini cennete çıktı' diye bir cümle kullanması, doğrusunu söylemek gerekirse çok hoşuma gitti ve bu müjdeleyici söz beni tâFatih devrine kadar götürdü.

Meşhur tarihçimiz Ord. Prof. Dr. Mükrimin Halil Yınanç, Nisan 1953’de kendisiyle yapılan fetihle ilgili röportajı şöyle bitiriyor:

Soru: İstanbul’un zaptı esnasında Çandarlı Halil Paşa’nın Bizanslılardan rüşvet aldığı için öldürüldüğü doğru mudur?

Cevap: Kat’iyyen Halil Paşa’nın rüşvete ihtiyacı yoktu. Yüzlerce çiftliği, oldukça büyük serveti vardı. Fatih’in onu şehzadeliği sırasında ona fena muamele etmiş olduğu için öldürttüğünü zannediyorum.

Soru: Halil Paşa nerede ve nasıl öldürüldü?

Cevap: Fetihten kırk gün sonra Yedikule’de boğdurulmuş olarak öldürülmesi muhtemeldir. Bu hususta tarihçi İbn-i Kemal şöyle diyor:

İstanbul’un fethedildiğini müjdelemek için her memlekete birer elçi gönderiliyordu. Bu arada öbür dünyaya, Peygamberimize ve sahabelerede elçi göndermek lazım geldi. Bu vazife de Halil Paşa’ya düştü.'

Yani Mükrimin Halil Hoca da adaşı Halil Paşa cennete müjdeci olarak gitti demek istiyor.

Söz cennetten açılmışken konuyla ilgili birkaçlatife nakledeyim:

Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, 'Nerede bir cennet ağacıyla karşılaşırsanız gölgesinde gölgeleniniz ve yemişinden yiyiniz' buyuruyor. Sahabenin 'Ey Allah’ın Resulü! Dünyada cennet ağacı olur mu?' diye sorması üzerine ise 'Alimler bu dünyada cennet ağaçlarıdır!' cevabı sevabını veriyor.

Bilindiği gibi, bizim dini inancımıza göre ebedi saadet yurdunun, sonsuz mutluluk mekanının adı cennettir. Allah’ın cenneti de cehennemi de haktır. İyiler cennete, kötüler cehenneme gidecektir. Büyük alimlere ve mutasavvıflara göre cehennem Allah’ın 'Celal' sıfatının tecellisi olduğu gibi, cennet de 'cemal' sıfatının bir tezahürüdür. Cemalin, kemali sadece ukbayı değil, bu alemi de kuşattığına göre, istersek dünyamıza da cennet haline getirebiliriz. Bendeniz, 'Allah dünyanı ve ahiretini cennet etsin!' duasından son derece hoşlanıyorum.

Cennet hakkında dini bilgiler verecek değilim. Bu konuda yetki sahibi olmadığımı da itiraf edeyim. Tefsirlerde, hadis kitaplarında, alimlerin ve mutasavvıfların eserlerinde aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Ben sadece şu kadarını söyleyeyim ki, bu mübarek kelimeyi duyar duymaz daha duyarlı bir hale geliyoruz. İçimiz ferahlıyor, gözlerimiz parlıyor. Bu mükafat evi olanca güzelliğiyle karşımızda temessül ediyor ve bizde bu hoş manzara karşısında derhal tebessüm ediyoruz. Gönül okşayan mekanlara, gül bahçelerine cennet adını veriyoruz. Hiçdeğilse 'cennet gibi' diyoruz, 'cennetten bir köşe' cümlesini kullanıyoruz. Aziz vatanımızı, güzel yurdumuzu cennete benzetip Akif’le birlikte biz de aynı duyguları yaşamaktan, aynı beyti terennüm etmekten büyük bir zevk alıyoruz:

Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır atanı

Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı!

'Cennet' kelimesi edebiyatımızı, şiirimizi, folklorumuzu de ayrıca güzelleştiriyor. 'Cennet' kelimesi geçen sözler daha özlü olduğu gibi latifeler de yeteri kadar letafet kazanıyor. İsterseniz bu sonuncusuna birkaçörnek vereyim:

Divan edebiyatımızın meşhur şairlerinden Baki, Selimiye Medresesi’ne müderris tayin edilerek Edirne’ye gidiyor. Bir süre sonra Emri, Mecdi, Deli Kerim gibi birkaçşair tarafından şerefine bir ziyafet tertip ediliyor. Yenilip içiliyor. Bu esnada ziyafet verenlerin durmadan Edirne’yi övmeleri şairi için için kızdırıyor. Nihayet içlerinden biri, 'Şehrimizi nasıl buldunuz?' sorusunu yöneltince Baki şu cevabı veriyor:

Doğrusu cennet gibi yer, ama içinde 'adam' yok!

Merhum Mehmed Zeki Pakalın’ın 'Tarihe Mal olmuş Fıkralar' isimli kitabında naklettiğine göre, tanınmış alim, 'Ravzatü’l Ahbab' kitabının mütercimi Benli Mahmud Efendi, dostlarıyla otururken meşhur şair Nabi’nin ölüm haberi gelir. Orada bulunanlar şairin inancı hakkında ileri geri laflar söylerler. Aralarında bulunan bir iki ham sofu sözüm ona imanının zayıflığından dolayı cennete giremeyeceğini söylemeye kalkışınca Mahmud Efendi, durunuz bakayım, bir kere de kendi divanından tefe’ül edelim, der. Divanı rast gele açılınca şu beyit çıkar:

Kimdir bizi men eyleyecek dar-ı cinandan

Mevrus-i pederdir gireriz hane bizimdir.

Şair diyor ki: Kim, bizim cennete girmemize engel olabilir. Babamdan bana mirastır, gireriz ev bizimdir.

Bir anekdot da Postalcızade Hacı Abdurrahman Efendi’den nakledeyim. M. Ali Uz Bey, 'Baha Veled’den Günümüze Konya Alimleri ve Velileri' adlı kitabında bu zat hakkında bilgi verirken şunları söylüyor:

'Muttaki, abid ve zahid bir insan olan merhum, son derece zeki, hoş sohbet ve hazır cevaptı.

Bizim ova köylerinden muzip bir genç, köylerine gelen her hocaya, cennetin kapısının önündeki ağacı kim kırdı?’ diye bir soru sorarmış.

Hocalar cevap veremeyince kıs kıs gülermiş. Genç, aynı soruyu Abdurrahman Efendi’ye de sormaya kalkışmış. Hoca hemen cevabı yetiştirmiş. Kim olacak, senin gibi soysuzun biri kırmıştır!’ demiş. Meğer, o köyde 'Cennet' adında bir kadın varmış. Bir gün, kapısının önünde dikili olan ağacı birisi kırmış. Genç, bunu soruyormuş. Diğer hocalar da Cennet’i, gerçek cennet sanıp kara kara düşünüyorlarmış.'

Osmanlı şeyhülislamlarının büyük bir bölümü alim oldukları kadar da nüktedandılar. Dolayısıyla suale göre cevap vermekten, taşı gediğine koymaktan son derece hoşlanıyorlardı. Fetva mecmualarını karıştıranlar böyle ilgi çekici latifelere, hicivlere rastlayabilirler.

İşte, Yavuz Sultan Selim döneminin ünlü şeyhülislamı İbn-i Kemal’den böyle bir fetva örneği:

Sual:

Zeyd, ben avretlerin (kadınların) girdiği cennete girmem dese, şer’an ne gerekir?

El cevab:

Girmezse cehenneme!..

Soruya göre cevap işte buna derler.