Macaristan devletini bir buçuk saatte Mohaç ovasında tarihe gömen bir milletin evladlarının büyük devlet değiliz, olamayız deme lüksleri yoktur.
Fas kıyılarında cereyan eden Vadiisseyl meydan muharebesinde Portekiz kralını, Çaldıran’da İran Şahını, Konstantinopolis’te Bizans İmparatorunu, Preveze deniz savaşında İspanyollar dahil Haçlı donanmasını mağlup eden Osmanlı Devleti’nin savaş meydanlarındaki strateji, planlama ve kahramanlık numuneleri askerî tarih kitaplarında ders olarak okutulmaktadır.
Öte yandan Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethine giden en mühim amillerden ve tam bir deha işi olan gemilerin karadan yürütülmesini daracık kafalarına sığdıramayanların sadece üç yıl sonra Belgrad kuşatmasında gemileri -Şeyhülislam Kemalpaşazade’nin deyişiyle- hisarın ensesinden aşırıp Tuna nehrinden Sava nehrine koyduğunu bilmemeleri tuhaf. Üstelik 1470 yılında Eğriboz seferinde gemileri bir kere daha karadan yürüten Fatih için bu iş enteresan olmaktan çıkmıştı.
Dünyanın en uzun ahşap köprüsü rekoru da Hırvatistan’daki Özek (Osijek) köprüsü olup 7.2 kilometre ile Osmanlı’ya aittir ama Osmanlının torunlarının nedense ecdadının bu başarısından haberi bile yoktur.
Düşünün nasıl acınası bir tarih okuttuğumuzu.
Malazgirt’ten Çanakkale’ye nasıl her biri tablo yapılacak kadar heyecanlandırıcı kahramanlık destanları yazdığımızı yeterince değilse de epeyce öğrendik sayılır. Düşmanlarımızı savaş meydanlarında nasıl diz çöktürdüğümüzü asırlar boyu anlatmakla bitmeyecek misallerle biliyoruz. Ulubatlı Hasan’dan Yahya Çavuş’a nice isim mahfuz hafızamızda.
Kendini yenmek, kendine yenilmek
Bir diyalog:
-Eyvallah… Fakat kahramanlığın iki türlü olduğunu unuttuk mu? Düşmanı yenmek zahirî kahramanlıktır. Ya kendini yenmek?
-Kendini yenmek mi? Ne kadar tuhaf bir ifade?
-Doğru, kendini yenmek veya tersinden söylersek kendine yenilmek…
-Biz hep düşmanla ilgili bir manada kullandık yenmek veya yenilmek kavramlarını. Kendimizle ilgili boyutunu hiç düşünmedik. Düşmana veya rakibe yenilir insan veya düşmanı ve rakibi yener. Kendini yenmek veya kendine yenilmek diye bir şey yoktur.
İtiraz bir isyana dönüşmek üzeredir. Yangını söndürmek için devreye giriyorum.
Muhammed İkbal’i tanır mısınız?
Hani Pakistan devleti fikrini ortaya atan ve bu görevi Muhammed Cinnah’a tevdi eden düşünürü. Bazıları Pakistan’ın Mehmed Akif’i diyorlar ona. Bence haksızlık ediyorlar. Mehmed Akif’i Çanakkale Şehitleri ve İstiklal Marşı’nı yazdığı için tabii ki çok seviyoruz hatalarına rağmen (özellikle Sultan 2. Abdülhamid’e yönelik haksız hücumlarından dolayı). Yalnız Muhammed İkbal ile mukayesesi adil olmaz.
Muhammed İkbal şiirleri ve fikirleriyle Hind yarı kıtasındaki Müslümanlara, yalnız onlara mı, dünya Müslümanlarına da yol ve ufuk göstermiş, felsefe ile tasavvufun ilginç bir sentezini yapmış orijinal bir Müslüman aydındır.
Muhammed İkbal (1877-1938)
İşte bu Muhammed İkbal’in Câvidnâme adlı eserinde İblis’e söylettiği irkiltici bir söz vardır. Bu devirde, der İblis, insanlarda hiç iş kalmadı. Nerde o eski dişli insanlar! Şimdi hangisini tutsam, oyuncak bebekler gibi elimde kalıyor, hemen teslim oluveriyorlar. Ama eski insanlar öyle miydi? İçlerinde öyleleri vardı ki bana daima zorluk çıkarırlardı. Tuzak kurmakta zekâmı kullanmaya zorlarlardı. Şimdi uğraşmama bile gerek kalmıyor. Hemen teslim oluveriyorlar. Ben böyle insanları ne yapayım? Benim indimde eski insanlar gibi zorluk çıkaranlar makbuldür.
Mealen aktardığım bu zekice sözler aslında derinlere kaçmış bir gerçeği fısıldamaktadır modern çağın sağırlaşan kulaklarına:
- Biz kendine yenilmiş insanlarız.
Kendine yenilmiş insanların ortaya çıkaracağı medeniyetin de Gazze’deki vahşete, tuttuğu takımın yenilmesi kadar üzülmeyenleri meyve vermiş olmasına neden şaşalım?
Büyük soru şudur:
Peki kendine yenilmiş insanlar kendini yenmiş insanların kazandığı Çanakkale gibi destanî zaferleri anlayabilir mi?
Kendine, yani nefsine yenilenler kendini yani nefsini yenerek Allah’a, bir yüce, üstün değere adayanları ne kadar ihata edebilirse o kadar anlayabilir.
Tıpkı İstanbul’un fethini Bizans surlarından bakarak anlamak gibi bir şey olur bu. Yani bir garabet.
Velhasıl iki ayrı gezegen kadar birbirine uzak iki tip vardır karşımızda.
Küçük cihad-büyük cihad
Fatih Sultan Mehmed’in Sahn-ı Seman medreseleri vakfiyesinden ilgili sayfa.
İşte Muhammed İkbal bize bu onulmaz yaramızı hatırlatır. Modern insan aşkın boyutu tıraşlanmış insandır. Metafizik alemle irtibatı kesilmiş bir varlıktır. Kendi içine kapanmış, bencil nefsin elinde örselenmiş bir mahluktur.
Nitekim Hz. Peygamber (sav) Efendimiz, Tebük seferinden dönünce, “Hoş geldiniz! Küçük cihattan büyük cihada geldiniz” buyurmuştur. Bunun üzerine Sahabiler büyük cihadın ne olduğunu sormuşlardı. Hz. Peygamber de “Büyük cihad nefisin heva ve hevesine karşı yapılan cihaddır” diye açıklamıştı.
Demek ki İslamî ölçü şudur:
Nefsini yenmek büyük cihaddır, düşmanını yenmek ise küçük cihad.
Başka bir deyişle kendini yenmek büyük cihaddır, başkasını yenmek küçük cihad.
Nitekim Fatih Sultan Mehmed de İstanbul’un fethinden 10 yıl sonra açacağı Fatih yani Sahn-ı Seman medreselerinin vakfiyesinde bu gerçeğe binaen ilginç bir ifade kullanmaktadır. Medresenin açılışına kadarki fetihleri rıza-ı Bârî tealanın birer lütfu olarak değerlendiren Fatih Sultan Mehmed “cihad-ı asgardan cihad-ı ekbere müracaat” vaktinin geldiğini söyler ve medresenin yapılmasını “büyük cihad” olarak değerlendirir. Yani Fatih’in dünyasında ilmin değeri o mertebededir ki İstanbul’un fethi gibi hadisle müjdelenmiş bir muazzam muvaffakiyet bile ilimle kazanılacak kemalat yanında “küçük cihad” mesabesinde kalabiliyordu.
İşte Fatih’i büyük yapan sır… Ki o sırra erişmek için daha kaç fırın ekmek yememiz gerekir.
Kılıçla fetih zorunlu bir işlemken kalemle, akılla, iradeyle, ruhla yapılan fetih asıl fetihtir. Büyük fetihtir Nurettin Topçu’nun ifadesiyle. Mekânı fethetmek değil, zamanı fethetmektir Yahya Kemal’in diliyle söylersek.
O büyük fethi idrak şuurunun hepimize bir salgın hastalık gibi bulaşması temennisiyle bu bahsi noktalayalım.
Şimdi kendini yenmek ve insanlara sadece savaş meydanlarında değil, insanlık ölçeğinde en akıl almaz sayılacak bir eksende hareket etmenin güzelliğini, ışıltısını sunmanın ne olduğunu gösterecek muhteşem bir tabloya beraberce bakalım.
Çanakkale’de bir insanlık dersi
Yazımızın içinde gördüğünüz, üzerinde Haç işaretli bir bayrak duran adamın fotoğrafına beraberce bakalım.
Ne görüyoruz?
Sağda ve solda iki Osmanlı zabiti, soldakinin yanında bir papaz, yanındakiler esir, ortada da bir cenaze.
Osmanlı subayı, papaz ve cenaze…
Osmanlıca Harb Mecmuası’ndan aldığım bu garip fotoğrafın alt yazısını beraberce okuyalım mı? Şöyle yazıyor:
“Çanakkale’de batırdığımız Safir tahtelbahrinin mühendisi olup zabitlerimizden birinin denize atladığı halde kurtaramadığı mühendis Bone’nin esir arkadaşları ve papaz huzurunda cenaze merasimi.”
Tahtelbahir dediği denizaltı. Zabit dediği de subay.
Bir alt satırda ise şu şah ibare okunuyor:
“Düşmanlarımızla aramızda medeniyet mukayesesi.”
İşin aslını anlatayım ki tam olarak anlaşılsın hadise.
Fransız donanmasına mensup Safir denizaltısı Çanakkale boğazından mayınlar ve ağlara takılmadan geçmeyi başarmış, kıyılarımıza yaklaştığı sırada keskin nişancı olduğu anlaşılan Müstecib Onbaşı tarafından fark edilmiş ve attığı mermiler tam da denizaltının periskop bacasını vurmuştu. Böylece dışarıyla irtibatı kesilen geminin kaptan ve mühendisleri gemiyi su üstüne çıkarıp denize atlamış ve yüzerek kaçmaya çalışmışlardı.
Kaptan ve mürettebatın denize atladığını gören subaylarımız da onların arkasından denize atlamış ve denizde bir kovalamaca-kurtarmaca mücadelesi başlamıştı. Ancak Bonnet (Bone) adlı Fransız mühendis muhtemelen kuvveti kesilerek hayatını kaybetmişti.
Düşmanın ölüsünü denizde bırakmayan Osmanlı subayları onu kıyıya çekmişti.
İyi de bu ölü kimdi?
-Fransız.
-Peki dini?
-Yahu dininden sana ne? Kaz bir çukur, göm gitsin, öyle değil mi?
Bugünkü kafayla bakarsan cesedin kurdun kuşun yemesine bırakılmaması bile büyük lütuftur, öyle değil mi?
Osmanlı olunca öyle değil işte.
Hıristiyan olduğu için dinine uygun bir cenaze törenini mutlaka hak ediyordur.
Çanakkale’de bazı Hıristiyan köyleri vardı, onlara haber gönderildi, neticede bir papaz bulundu, getirildi cenazenin başına. Papazdan dinî töreni icra etmesi istendi. Fakat papaz kabul etmedi. Neden ki? Şundan: Papaz Ortodoks dinine mensuptu, Hıristiyandı ama Ortodokstu, cenaze ise Hıristiyan ama Katolik birine aitti. E Ortodoksluktaki cenaze duası, ayini her neyse başka, Katoliklikte başkaydı.
Velhasıl Ortodoks dinine mensup papaz cenazeye son görevi yapmayı kabul etmedi. Çekip gitti.
Peki Osmanılı ne yaptı?
Canı cehenneme, atın bir çukura mı dedi?
Hiç der mi? Osmanlı bu. İslam medeniyetinin son çiçeklenişi, nihai sentezi, altın terkibi.
Savaş meydanlarında bileği bükülmeyen yiğitler insanlığa öyle bir ders verdiler ki, duyunca sizin de olmaz bu kadar diyeceğinizden eminim.
Aradılar, taradılar, Çanakkale civarında bir Katolik Rum köyü bulunduğunu öğrendiler. Gittiler, o köyün Katolik papazını alıp getirdiler (fotoğraftaki papaz odur) ve cenaze törenini kendi dini üzre yaptırıp mühendis Bone’yi öyle toprağa verdiler.
Hazine sandığı üzerinde çekilen açlık
Şimdi haykırıyoruz:
Yeryüzünde yaşayan milletler içinde toprağını işgale gelmiş düşmanının cenazesini bile sırf Allah’ın yarattığı bir can olması hasebiyle kendi dini üzre gömmeyi şiar edinmiş başka bir millet var mıdır?
Ve bu ışıltılı tablo, bize zaferlerin sadece savaş meydanlarında değil, insanlık seviyesinde de kazanılabildiğini gösterdiği için ebedî bir iftihar kaynağıdır.
Millet olarak bu tabloyla iftihar edebiliriz ama aynı zamanda insanlığın da iftihar edebileceği örnek bir tablodur bu. Hangi milleten olursa olsun bütün insanların...
İslam medeniyeti bu kapsayıcılığı ile yeryüzünün problemlerini çözmeye en yakın adaydır ama gelin de bunu en başta Müslümanlara anlatın. Öylesine derin bir aşağılık kompleksine düşürülmüşüz ki üzerinde oturduğumuz hazine sandığının farkında değiliz.
Unutmayalım, o hazinenin ipuçları tarihte.