Câmiler İslam şehirlerinin, hiçşüphe yok ki, en başta gelen sanat eserlerini teşkil etmektedir. Tabii ki her Müslüman ülkenin kendine mahsus bir câmi mimarisi vardır.
Başta Mekke, Medine, Kudüs, Bağdat, Şam ve Kahire olmak üzere bütün İslam şehirlerindeki mâbedler, dini mimarinin özelliklerini ve güzelliklerini kendilerine mahsus çizgilerle yansıtmaktadırlar.
Câmiler ibadethane olmanın dışında taşıdıkları estetik özellikler ve mimari güzellikler itibariyle büyük şehirlerin, hatta kasabaların ve bazı köylerin bile zinet unsurları olarak da arz-ı endam etmektedir.
Kendi memleketimizden örnek vermek gerekirse, Osmanlı medeniyeti aynı zamanda bir câmi medeniyetidir diyebiliriz.
Edirne, Bursa, İstanbul gibi Osmanlı başkentleri başta olmak üzere tarihi şehirlerimiz deyim yerindeyse birbirinden güzel câmilerle dolup taşmaktadır.
Hele kadim şehir İstanbul, tam bir câmiler meşheri olarak karşımıza çıkmaktadır. Yedi tepe üzerine kurulan İstanbul'un her tepesini ayrı bir selatin câmii süslemektedir. Mesela Avrupalıların 'Mavi Sürahi' dedikleri Sultan Ahmed Câmii birinci tepeyi, iki padişah tarafından yaptırılan Nuruosmaniye Câmii ikinci tepeyi, veli padişahın himmetiyle inşa edilen Bayezid Câmii üçüncü tepeyi, İstanbul'un banisi Fatih Sultan Mehmed Han'ın hediyesi olan Fatih Câmii dördüncü tepeyi tezyin etmektedir. Sadece sur içi camileri değil, sur dışındaki bütün Osmanlı yapımı ibadethaneler için de aynı özellikler ve güzellikler geçerlidir.
Konuyu biraz daha daraltacak olursak şehirlerimizi hem maddi hem manevi mânâda süsleyen câmilerin minberleri, mihrapları, sütunları, kubbeleri ve minareleri de ayrı ayrı zinet göstergeleri olarak gözleri okşamayı sürdürüyor.
Bütün bunlardaki ince işçiliği, zarafeti, tenasüp sanatını görebilmek için ille de mimar olmanız gerekmiyor.
Dikkatli ve rikkatli bir bakış, özellikle Osmanlı câmilerinin künhüne hâkim olan bu sanat inceliğini fark edebilir.
Diğer kısımlarını bir yana bırakalım, sadece minareler bile bu manevi zevki, zevk-i selim sahiplerine tattırmak için yeterli olabilir.
Küt minare kütlüğüyle, bodur minare bodurluğuyla, burmalı minare burmalarıyla ayrı bir güzellik sergilemektedir.
Mesela Şehzadebaşı Câmii'nin minarelerine bakarsanız yukarıdan aşağıya üzüm salkımlarının sarkıtıldığını görürsünüz. Bunlar Kânûnî Sultan Süleyman'ın göz yaşlarını temsil etmektedir.
Bilindiği gibi Kânûnî bu mâbedi çok sevdiği ve gençyaştaki ölümüyle büyük bir hüzne gark olduğu şehzade Mehmed'in hatırasını yaşatmak için yaptırdı.
Sözün burasında şunu da belirtmek isterim ki, minarelerin asıl süsü şerefeler, bu şerefeleri şereflendiren güzel sesli müezzinler ve tabii ki onların okuduğu ezan-ı Muhammedilerdir. Bugün şerefeler öksüz ve yetimdir. Çünkü artık müezzinler ezan okumak için minarelere çıkmıyorlar, şerefelerde dönerek ezan okumuyorlar. Böylece bir bakıma minarelerin öksüz kalmasına sebep oluyorlar.
Bugün dini medeniyetimizin esasını teşkil eden kelimelere ve kavramlara o kadar yabancılaştık ki, câmilere gelenlerin büyük bir bölümü bile minber, mihrap, kürsü, mahfil, minare, şerefe kelimelerinin anlamlarını doğru dürüst bilmiyorlar.
Minberle mihrabı birbirinden ayıramıyorlar.
Belki inanmayacaksınız ama bir sohbet toplantısında camilerin kubbelerinden ve minarelerinden bahs ederken sözü iki şerefeli, üçşerefeli minarelere getirip bildiklerimi anlattım.
Şimdi söyleyin bakalım 'şerefe' ne demektir diye bir soru yönelttim.
Bir delikanlı sanki söylediklerimi hiçdinlememiş gibi parmak kaldırıp ben filimlerde çok gördüm, içki içenler bardaklarını kaldırıp 'şerefe' diyorlar cevabını verdi. Güler misin, ağlar mısın bilemiyorum?
Câmilerin içinde bulunan ve usta hattatların kaleminden çıkan büyüklü küçüklü hat yazıları, Ciharyâr-ı Güzin efendilerimize ait levhalar da tabii ki mabetlerin en fazla göze çarpan zinetlerindendir.
Buna göre, bahçeli dış avlular, şadırvanlı içavlular, taçkapılar, külliyeye ait kütüphane, muvakkıthane, medrese, kervansaray, imarethane gibi yapılar da keza câmi zinetleri olarak kabul edilmelidir.
Genellikle kıble tarafında bulunan ve cennet bahçesini andıran hazireleri de bu kategoride mütalaa etmemiz gerekiyor.
Kısaca söylemek gerekirse maddi anlamda gözlerini dinlendirmek isteyen bir Müslüman işte bu mâbedlerin içinde, dışında ve yakın çevresinde hayli malzeme bulabilir.
Ne yazık ki, bugün bu câmilerin avluları, duvarları insanın göz zevkini ihlal edecek bir takım ilanlarla, yazılarla kirletiliyor.
Fakat camilerin asıl zineti insandır. Cemaattir, imamdır, müezzindir. Eskiden öyle imamlar vardı ki, bulundukları camiler cazibe merkezi haline geliyordu.
Gönenli Mehmed Efendi Sultan Ahmed Câmii'ni, Hendekli Abdurrahman Efendi Bayezid Câmii'ni, Üsküdarlı Ali Efendi Yeraltı Câmii'ni, Abdülhay Öztoprak Efendi Yahya Efendi Câmii'ni ve türbesini cennetin şubeleri haline getirmişlerdi.
Abdülhay Efendi'nin namazdan sonra elini öpmek için cemaat arasında tatlı bir yarış başlıyordu.
Bir kere daha tekrarlamak gerekirse câmilerin asıl zineti mesleğini aşkla, şevkle icra eden imamlar, müezzinler, vaizlerle beraber şuurlu ve kalabalık cemaattir. Yoksa türlü türlü avizeler, renk renk halılar değildir.
AHMET GÜNER ELGİN'E RAHMET NİYAZIYLA;
Kıdemli gazetecilerimizden Ahmet Güner Elgin de Hakk'ın rahmetine kavuştu. Merhum hem hemşehrimdi, hem de yazılarını büyük bir zevkle okuduğum güçlü bir kalem ustasıydı. Başta Yeni İstanbul ve Ortadoğu gazeteleri olmak üzere bir çok yayın organında köşe yazarlığı yaptı. O Yeni İstanbul'da köşe yazarken bendeniz de aynı gazetenin tashih sevisinde çalışıyordum. 'Manzara' adını taşıyan sütununda kültür yazılarına da bol miktarda yer veriyordu.
Ahmet Güner Bey'in gazete yazılarının dışında kitap çalışmaları da bulunuyor. 'Bâbıali Ölürken' adını taşıyan kitabını bana da imzalamıştı. 'Marmara Kitabeleri' isimli eseri de Küllük Kıraathanesi'ni ve müdavimlerini, nam-ı diğer marmaratörleri tanıtması bakımından büyük önem arzetmektedir. Merhumla en son Basın Müzesi'nde bir araya gelmiş ve Bâbıali'nin en cesur köşe yazarı Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu, yani 'Deli Nizam' hakkında bir program yapmıştık.
Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.