Bir an gelir, gerilerindeki düzlükler de tamamen ıssızlaşır ve göz, boşluğun içinde ardı ardınca belirip kaybolan ağaç direklerle baş başa kalır. Yalnızlığın bu özel anında insan şunu düşünmeden edemez: Nesnelerin de birbiriyle yarenliği vardır. Günde birkaç kez geçen trenler gittikten sonra, bütün o direkler, kulaklarına iliştirilmiş tellerle birbirini teselli eden bir boşluk bekçisine dönerler. Onların, el ayak çekilince bir boşluğu beklediklerini hayal edemeyen yolcu, yalnızca ter kokan bir yol yorgunudur; evine döndüğünde, anlatacağı hikâyenin asıl kahramanıyla hiç tanışmamıştır…
*
İnsan en naif deneyimlerinden birini, dairesinin kapısından bir sevdiğini uğurladığında yaşar. Misafir kucaklaşmanın ardından merdivenlere yönelir, ev sahibi saygı gereği kapıda bir süre bekler, sonra kapı mümkün olduğunca yavaşça kapatılır ve uğurlayan, evin içindeki o tuhaf boşluktan geçerek, sokağa bakan pencereye yönelir. Mekândaki hatıraları şimdiden soğumaya başlamış olan misafirin apartman kapısından çıkışı, sokağı adımlayışı, görüntüsünün gittikçe küçülüşü, yukarıdan seyreden için tahripkârdır. Bir insan gözden kaybolurken, onun yitip gidişinden şu ya da bu ölçüde kahrolmayan biri, hiç farkına varmadan “büyük ayrılık” imtihanını da kaybetmiştir…
*
Bir filmi en son seansta izlemek, onun önceki gösterimlerinden daima farklıdır. Siz filmi izlerken dışarıda hayat an be an çekilir; sinemanın kapısından çıktığınızda, içeride belleğinize yapışmış sahnelerle birlikte yabancısı oldukları bir karanlıkta yürümeye mecbur kalırsınız. Tıpkı kıvamları farklı iki su gibi, kurgu ile gerçek bir süre birbirini dalgalandırıp durur, yönler anlamını yitirir. Yaşadığınız elbette geçici bir haldir; hayat, sizi fazla hırpalamadan yurduna yeniden dâhil eder. Ama bu, biraz önce başınızdan geçen tecrübenin ağırlığına bir halel getirmez. Geceleyin bir filmden çıktıktan sonra acemilik çekmeden evine giden biri, “kendisine adres sorulmaması gerekenler” listesine bir isim daha eklemiştir…
*
Gözümün önünden gitmiyor: Yıllar önce genç bir kız, boş bir koridorda geri geri kaçarak, “gelmeyin” diye bağırmaya başlamıştı. Sonra bütün kasları gerildi ve vücudu zapt edilemez oldu. Birkaç kez aynı cümleyi tekrarladığını da hatırlıyorum: “Görmüyor musunuz, üstüme geliyorlar!” İyileşmesi için, bezlere iğneler batıran, taslardaki suları üfleyen “cin kovucu”lara götürdüler onu. Yıllar geçti, yeniden karşılaştık. Kitaplarımın neredeyse tamamını, hem de altını çizerek okuduğunu söyledi. Baktım gözlerinin çevresinde aynı siyah halkalar; boşluktan gelecek düşmanları beklediği pencerenin çerçevesi olduğu gibi duruyor. Eve gidince hemen aynaya koştum. Kendi göz halkalarımı incelerken, birden fark ettim ki dehşetli bir merak içindeyim: Acaba hangi cümlelerimin altı çizildi…