Büyülü iklimi, oturduğu zemini, dağı-deresi, bağı-bahçesi, ovası-obası, mamureleri ve meralarıyla, o kadar şirin, o kadar sıcak, o kadar yumuşak ve o kadar sihirlidir ki, onun özüne nüfuz edenler ona âşık olur ve bir daha da ondan ayrılmayı düşünmezler. 
Bu dünya, güzel insanları, sımsıcak tabiatı ve coğrafî konumu itibarıyla cennetlere uzanan koridordan farksızdır. Zaten altın çağları itibarıyla o, Firdevslerin bir izdüşümü şeklinde algılanır ve bütün cihanlara denk tutulurdu. O zamanlar Çin`den-Maçin`den seyyahlar gelir, onun o nefislerden nefis havasını yudumlar, atmosferindeki ledünnî liği duyar, moral bulur ve ayrılırken de gönüllerini bir kere daha gelme vaadiyle teselli ederlerdi. 
O zamanlar bu dünyanın insanları, şimdikinden daha çok eşya ve hâdiselerle içli-dışlı, varlıkla sarmaş-dolaş, tabiatla da can kardeş gibiydiler. Evlerinin, yurtlarının-yuvalarının, köylerinin-kasabalarının dört bir yanı tabiata açık, iklimleri her zaman ferahfezâ ve çevreleri de bir tabiat meşherinden farksızdı. O ev, o köy, o kasaba ve o şehirdeki insanlar o semavî ufukları, o pırıl pırıl duyguları ve maverâî ruhlarıyla içinde yaşadıkları bu dünyayı o kadar Cennet`e yakın görürlerdi ki, bir adım daha atsalar kendilerini onun içinde bulacak sanırlardı. Bundan dolayıydı ki onlar, mezarlarını o bir adımlık yolda önemli bir konak sayar ve ahretin ilk menzili kabul ettikleri kabristanları ufuklarının renk ve deseniyle süsler, aklın zahirî nazarında ürpertici görünen o saha-yı müthişi sevimli bir tenezzühgâha çevirirlerdi. 
Biz, biz olduğumuz dönemde, evler, caddeler ve sokakların, o evlerde oturanlara, o cadde ve sokaklarda dolaşanlara öyle sıcak bir bakışları ve öyle anlamlı bir tavırları vardı ki, onlara kendi ruh ufkundan bakanlar, onların bize ait bazı şeyler mırıldandıklarını duyar gibi olurlardı. Bu dünyada hemen herkes, kendi gönlünden yükselen veya inançları, hülyaları, şuuraltı müktesebatından süzülüp gelen bir musiki ile kendinden geçer, her zaman farklı bir mana meltemiyle heyecanlanır ve değişik bir neşe ve sevinçle köpürürdü.
Gerçi o zamanlar da hüzne, kedere sebebiyet verecek bazı olumsuzluklar söz konusuydu ama, bu durum fazla uzun sürmez ve hemen arkadan bu müstesna dünyanın o enfes tabiatı, kendine has rengi, deseni ve her zaman büyüleyen zati keyfiyetiyle bütün tozun-dumanın önüne geçer, vicdanlara bir kere daha kendini hissettirir ve en ifritten hazanları pırıl pırıl baharlara çevirirdi. Bu itibarla da günlerimiz, gecelerimiz her zaman sımsıcak ve mavimtrak, aylarımız, yıllarımız da hep apaktı;
O zamanlar hayat bizim için yepyeni bir güzellikle başlar, çevremizde her şey bahar naraları atmaya durur, meltemler Yusuf Nebi`nin gömleğinden kokular getirir, ırmaklar Eyyub Nebi`nin hayat havzıyla çağlardı.. ve bu dünyada âdeta bir ukbâ neşvesi yaşanırdı. Gündüzler ışığını güneşten, gönüller de ziyasını gökler ötesinden alırdı. Gönül gözleri, günebakan çiçekler gibi hep onu kollar, ruhlar günün eşref saatleri sayılan namaz vakitlerine kurulu yaşar ve sineler hep onun aşk u heyecanıyla çarpardı. Böylece günün her parçası farklı bir şehrâyin ve bir şölen gibi duyulur her hafta, her ay, her sene bu millete aidiyeti cihetiyle farklı bir renklilik içinde gelir geçer geliş geçişleriyle o tali`li insanların başlarını okşar ve onlara her mevsim kim bilir kaçkere Cennet koridorlarında yürüdüklerini hatırlatırdı.
Bu bahtiyarlar dünyasında her sabah âdeta bir 'ba`sü ba`de`l-mevt' yaşanır, her öğlen, ayrı bir sıcaklıkla başlar üzerinde kendini hissettirir, her ikindi, bir meltem serinliğiyle dört bir yanı sarar, her akşam, bir sükû t musikisi gibi gönüllerin derinliğinde duyulur ve bütün bir gün ötelere açık pencereleriyle herkese bir temaşa zevki sunardı sunardı da bu derinlik ve bu renklilik bir manada herkesi büyüler ve en katı kalpleri dahi ipekler gibi yumuşatırdı.
Hırs, haset, haksız kazanç, ihtikâr, rüşvet, iltimas, dolandırma, kandırma, hortumlama... türü hususların bazıları hiçbilinmez, bazıları da sadece sözlüklerde görülürdü. Zira o günün tali`li insanları fevkalâde kanaatkâr, haramdan uzak, helale kilitlenmiş ve hep hak duygusuyla oturup kalkarlardı;
O günkü insanlar baskıcı idareyi kadim tarihten kalmış bir tiranlık gibi görür despotizmayı, firavunluk şeklinde algılar ve lanetle yâd eder başkalarını damgalama veya fişlemeyi, alçakların işi sayar ve ömürlerini tevazu, mahviyet ve î sâr ruhuna bağlı sürdürür her zaman fütüvvet ruhuyla gürler, fedakârlık ve samimiyetle soluklanırlardı.
Zira o gün her yanda kalb, ruh, akıl insanları, düşünen dimağlar, samimi gönüller, ülke ve millet için ihlâsla çarpan yürekler vardı.
Peki şimdi biz o yolun neresindeyiz?