Düşünceleriyle, idealleriyle ve imanla bağlı olduğu tarih şuuruyla sadece benim değil pek çok arkadaşımın da fikri gelişiminde derin izler bırakan bir usta yazarı, bir büyük dava adamını daha ebedi âleme uğurladık. Sadece kelimelere, yazılara, anılara değil mekânlara da anlam veren ve değer katan Mehmet Niyazi ağabeye Allah gani gani rahmet eylesin.
Niyazi ağabey ile 'Dr. Mehmet Niyazi Özdemir' olarak tanıştığım günü dün gibi hatırlıyorum. Eski bir Beyoğlu apartmanının en üst katındaki dar ve uzun salonda karşılaşmıştık. Sert geçen 1990 kışında, o uzun salonda Niyazi ağabeyi dinlemek için değişik üniversitelerden bir araya gelen gençlerdik.
Kadife pantolonun üzerine giydiği triko kazağını ve boynuna iki defa doladığı kaşkolü hatırlamamak imkânsız. Yine o ilk günden zihnime mıh gibi kazınan görüntüler arasında kısa ak saçları ve uzun boyu yer alıyordu. Bildiğimiz, duyduğumuz, okuduğumuz yazarlardan değildi. Hatta yazar olduğunu dahi o gün öğrenmiştim. Almanya’da hukuk doktorası yaptığı Köln’deki üniversitede uzun yıllar çalıştıktan sonra ülkesine dönmüştü. Sakin başlayan sohbetinin arasında İstanbul Üniversitesi’nde Hukuk okuduğunu da öğrenmiş olduk. Henüz kişiselleşmeyen konuşmanın konusu Türk ve İslam devlet felsefesiydi. Doktorasının konusunun da bu olduğunu aktaran Niyazi ağabey, dört halife dönemindeki devlet düzenini anlattı. Asr-ı Saadet’te tek bir yönetim modelinin söz konusu olmadığını vurguladı ve biz gençüniversitelileri çok yabancısı olduğumuz dünyalara taşıdı.
Geriye dönüp baktığımda Niyazi ağabey ile o kış başlayan ve birkaçay süren seminerler boyunca iyice yakınlaştığımızı hatırlıyorum. Belli bir sistematik içerisinde devlet felsefesinden milliyetçilik düşüncesine, Milli Mücadele’den 27 Mayıs Darbesine uzanan sohbette o anlattı biz dinledik, biz sorduk o anlattı.
İstanbul’u ve Niyazi ağabeyi ilk tanıdığım o yıl Necip Fazıl’dan Nurettin Topçu’ya, Serdengeçti’den Başgil’e isimler, olaylar ve kahramanlar birbiri ardına geçiyordu. Çeyrek yüzyılın biraz daha fazlasına uzanan öykümüzün en özel yılları ise birkaçyıl sonra başlayan dergicilik maceramızda yaşandı.
Ömrünü kütüphanelerde geçirdi
Dönemine kıyasla hayli profesyonel bir girişim olarak tecrübe ettiğimiz dergicilikte gururla adından söz ettiğimiz yazarımız oldu Niyazi ağabey. GençAkademi Dergisi, Niyazi ağabeyin Türkiye’ye döndükten sonra düzenli olarak yazdığı ilk dergiydi. Akşamları Ötüken Yayınları’ndan telefonla arar ve yazıyı hatırlatırdım. Galiba o gençhalimizle düzenli şekilde telif ödememize duyduğu saygının da sonucu olarak çabamızı hem takdir ediyor hem de saygı duyuyordu. Her ay birkaçdefa görüşür, dergi ve yazılardan yola çıkarak gençbir üniversiteliyle yorgun bir fikir adamının tahayyül edebileceğiniz sohbetinin sınırlarında kalırdık. Bu sohbetlerin doğal mekânı kütüphanelerdi. Niyazi ağabeyin ikinci İstanbul dönemini biraz da kütüphanelerin izini sürerek anlatmak doğru olacaktır.
Niyazi ağabey ile ilk yıllarımızda Beyazıt Devlet Kütüphanesinde buluşuyorduk. Beyaz bir kâğıda ağırlıklı olarak tükenmez, nadiren kurşun kalemle tertemiz bir şekilde yazardı. Hiçsormadım ama büyük ihtimalle temize çekilmiş olarak verirdi yazısını. Çünkü yazıda düzeltmelere çok nadiren rastlardım. Devlet Kütüphanesinde masasına gömülmüş bir şekilde çalışırken bulur ve birlikte kafeteryaya geçerdik. Kütüphanenin tam ortasında yer alan kafeteryadaki sohbetimize sonraki yıllarda rahmetli kütüphane müdürü Şerafettin Kocaman’da katılırdı. Yazıyı teslim aldıktan sonra vedalaşır ve ayrılırdım.
Saçlarını sıfıra vurdururdu
Mütemadiyen çalışırdı, kütüphane dışında rastlaşmak imkânsızdı. Kadırga’daki apartman dairesine geçeceği döneme kadar da kurucusu olduğu Ötüken Yayınları’nda kalırdı. Benim için her sohbetin sonunda biraz daha tanıdığım, hikâyesini keşfettiğim gizemli bir yazardı. Yine o yıllarda gazetede yazmaya başlamıştı ve haftanın ilk günü yazısı çıkardı. Niyazi ağabeyin 90’lı yıllarında ikinci kütüphanesi, pek çok kişinin farkında olmadığı Laleli Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi’ydi. Ordu Caddesinde kot farkından dolayı hayli aşağıda kalan bu klasik Osmanlı eseri kütüphanede zaten kimsecikler olmazdı. İçavluda kedili bir yaşlı teyzeyi ve zihnimde asla canlandıramadığım görevlileriyle Ragıp Paşa Kütüphanesi de restorasyona girdiği dönemlere kadar Niyazi ağabeye ev sahipliği yaptı. El yazması eserlerin yer aldığı bu kütüphaneyi de sadece yazmak için kullanıyordu. İlk gençlik yıllarında evden çıkmadan yazı yazmak için saçlarını sıfır numaraya kestiren Niyazi ağabey, benim tanıdığım yıllarda sadece kütüphanelerde çalışıyordu. İstanbul’un sohbet mahfillerine ayağı alışmamıştı. Yıllar öncesinde kalan Marmara Kıraathanesinden sonra henüz kendine yeni bir sığınak, geniş bir hayran kitlesi oluşturmamıştı.
Birkaçbasamakla inilen Ragıp Paşa Kütüphanesi’nin ardından yeniden Beyazıt’a döndü. Artık Şerafettin Bey’in yönettiği kütüphanede kendisine ait özel bir masa ve sınırsız çay imkânı vardı. Çorlulu Ali Paşa ve yeni yeni çekim merkezi olmaya başlayan İlesam’a da bu yıllarda uğramaya başladı. Kütüphaneden çıktıktan sonra bir sohbet süresi kadar uğruyor ve güncelden tarihe uzanan sohbetinden tadımlık lezzetler sunuyordu.
Erol Güngör hasreti
Kısa bir Köprülü Kütüphanesi ve sonrasında birkaçyılı bulan Nuruosmaniye Kütüphanesi yıllarını da yine bu döneme eklemek gerekiyor. Her iki kütüphane de halk kütüphanesi olmadığı için ağırlıklı olarak araştırmacılara hizmet veriyordu. Kimselerin uğramadığı sakinlikteki tarihi salonlarda sabahtan akşama okuyan, yazan, düşünen bir adamla karşılaşmak şaşırtıcı değildi. Niyazi Ağabey’in bu döneminde en sık görüştüğü kişiler kütüphane görevlileri ve meraklı araştırmacılardı. Ortağı olduğu Ötüken Yayınları’na da katkı verdiği bu dönemini Beyazıt Kütüphanesi ile kapattı.
Bizim dergiyi kapattığımız, Niyazi ağabeyin ise İlesam, Türk Ocağı ve Yazarlar Birliği’nde hatırı sayılır bir hayran kitlesine ulaştığı bu dönemde geniş Türk sağının tüm karakterlerini onun ağzından dinlemek mümkündü. En çok özlediği isim hiçkuşkusuz Erol Güngör’dü ve zaten bu yıllarda kıyıda köşede kalmış makale ve söyleşilerinin bir kitapta toplanmasına vesile olmuştu. Ruhi Güler’in derlediği Erol Güngör’ün makale ve söyleşileri yine Ötüken Yayınları’ndan çıktı.
Rüyasını gördüğü kitap
Anadolu Yakasındaki İSAM Kütüphanesine henüz transfer olmadığı bu dönemlerinde Niyazi ağabeyi her akşam Kızlarağası Medresesinde bulmak mümkündü. Medresenin gediklisi yüzlerle gençmeraklı arasında dengeli bir sohbet halkası kurar ve herkesin sorusunu büyük bir sabırla cevaplardı. Hatta sorudan çok bilgiçlik içeren uzun konuşmalara tahammülü de takdir edilesiydi. Seyrekleşen görüşmelerimizde en dikkatimi çeken şey, bir anekdot anlatıcısına dönüşmekten duyduğu rahatsızlıktı. Çevresindeki meraklı kalabalığa rağmen yalnız ve her çıkan yeni kitabına rağmen mutsuzdu. Çünkü rüyasını gördüğü muhteşem kitabı her defasında daha uzaktaydı. Kendisinden önceki kuşağın fikir mimarlarını hayranlıkla takip etmiş ve çok yakınlarında yer almış, kendi kuşağının öncü düşünce adamlarını ise hem yönlendirmiş hem de heyecanla dinlemiş biri olarak eksikliğini hissettiği şeyleri bir türlü tamamlayamadığına inanıyordu. Daha çok uzaktan gözlemlediğim bu döneminde Oktay Sinanoğlu’yla uzun sohbetler ediyor, tutkuyla bağlılık duyduğu milletinin istikbali için hülyalar görüyordu.
Düşünce kitaplarından çok edebiyata ağırlık verdiği bu döneminde Niyazi Ağabey’in tarihi romanlar üzerine çalıştığını görüyordum. Milletinin muhteşem zaferlerini ve unutulmaz kahramanlarını anlatmak yorgun ruhuna iyi gelen tek şeydi. Yıllarca çalıştığı ve neredeyse okumadığı hatıratın kalmadığı Çanakkale Savaşı üzerine yazmak için bir de defalarca Gelibolu’ya gittiğini biliyoruz. Kendini o romana hazırlamak için çektiği çileyi ve ıstırabı fark etmek için ciddi bir gözlemci olmaya gerek yoktu.
Kurguya asla yüz vermedi
Sadece İstanbul’da değil yurdun değişik bölgelerine ziyaretler yaptığı, konferanslara gittiği, gençlerle buluştuğu hayatının bu döneminde Niyazi Ağabeyle komşuluk yapma imkânı da buldum. Tarihi Yarımada’nın sempatik mahallelerinden Kadırga’da onun kadar olmasa da ben de bir süre yaşadım. Bir ev insanı olmadığı için sadece uyumak için uğradığı Kadırga’daki İmren Lokantasında lezzetli yemekler eşliğinde sohbetler ettik, muhteşem bir maziyi hatırlamaya çalıştık.
2000’li yıllarda ardı ardına çıkan tarihi romanlar, zor yazan bir yazar için çok verimli dönemin işaretlerini veriyordu. Çok okunuyor, çok beğeniliyordu. Aylar süren araştırmaların peşinden gelen yazma serüveninde sadece hakikatin peşinde koşan Niyazi Ağabey, ısrarlı tavsiyelere rağmen asla kurgusal öykülere yer vermiyor ve asla tarihi gerçeklerden ayrılmıyordu. Onun için tarihi roman sadece bir belgeseldi ve tarihte yaşananların dışında asla bir kurguya yer verilemezdi. O yüzden de her kahramanı gerçek, her anlatısı hakikatin kendisiydi. Bu yönüyle günümüzde birbiri ardına yayınlanan tarihi romanlardan çok farklı, tarihi dizilerden ise hayli uzak anlatılara imza attı.
Çanakkale’den Plevne’ye
Sadece tarihi romanlar yazmadı, tertemiz bir aşk hikâyesini anlattığı İki Dünya Arasında’yı da kaleme aldı. Tanıyan herkesin hayranlıkla dinlediği ve gururla anlattığı hatıralarını da kaleme aldı. Dahiler ve Deliler’de yer verdiği pek çok olayı Kızlarağası Medresesinde defalarca anlattı.
İstanbul’un Avrupa yakasıyla vedalaşıp kendisini Altunizade’deki muhteşem kütüphaneye kapattığı son döneminde daha az yazdı, daha çok anlattı. Zaman zaman artan sağlık sorunları yazmaktan çok anlatmasına imkân veriyordu. Yaşamın olgunluk döneminde bir evlat sahibi olmanın da verdiği keyifle kitapların arasında geziniyor, önce zihninde tamamladığı romanlar her defasında eksik kalıyordu.
Varolmak Kavgası ile başladığı yazı hayatında Çanakkale Mahşeri’ni yazdı, Plevne’yi anlattı, Kanije’yi hatırlattı, Yemen Ah Yemen diye seslendi ve geride onlarca eser bırakarak aramızdan ayrıldı. 76 yıla sığdırdığı ömründe hep okudu, hep yazdı.
Düşünceleriyle, idealleriyle ve imanla bağlı olduğu tarih şuuruyla sadece benim değil pek çok arkadaşımın da fikri gelişiminde derin izler bırakan bir usta yazarı, bir büyük dava adamını daha ebedi âleme uğurladık. Sadece kelimelere, yazılara, anılara değil mekânlara da anlam veren ve değer katan Mehmet Niyazi ağabeye Allah gani gani rahmet eylesin.