İlk bakışta ne uzun yazı diyebilirsiniz! Ama eminim bir solukta okuyacaksınız, uzun  görünen bu yazıyı. Çünkü Çanakkale Destanı`nın kahramanlarından bir şehidin ibretlik hikâyesi ve bu hikâyeyi okumamıza vesile olan bir bilgeden bahsedeceğim.
Bu güzel insan, doyumsuz sohbetiyle, bir gönül insanı, aksiyon adamı Ziyad Ebüzziya`dan başkası değil. Kendisinden Allah razı olsun, onun kişisel tekâmülümde çok büyük katkısı var.
İstanbul`a geldiğimiz 90`lı yılların başında, Ziyad Bey  ile rahmetli Kemal Çapraz ağabey tanıştırmıştı. O günden sonra Ziyad ağabey ile arkadaş olduk. Çok sevdiği kitapları, antika eşyaları, sırtına konacak kadar ona alışmış kuşlarıyla müzeyi andıran bir evde otuyordu. Taşradan gelen bizler için bunlar ancak filmlerde görülebilecek şeylerdi. 
Kadıköy Yoğurtçu Parkında bulunan evine sık sık ziyaretine giderdik. Ziyaretimizi önemseyerek kafamızdaki her soruyu anlaşılır bir dil ile uzun uzun cevaplardı. Ziyaretimden o kadar çok memnun olurdu ki, âdeta gözlerinin içi gülerdi. Ama evde gündelik işlerini yapan yardımcısı tam tersi bir ciddiyete sahip, hiçgülmeyen birisiydi. 
Ziyad bey yürümekte zorlandığı için kapıyı bu yardımcısı açardı. Ziyad Bey`in evinde çifte kavrulmuş lokumla içtiğim kahvenin tadı halen damağımdadır. Sohbetlerimiz ilmî , tarihî , siyasi ve kültürel konuları içerirdi. Bilgi birikimiyle bizleri ihya ederdi. Misafirlerini ağırlamaktan keyif alan, özellikle gençaraştırmacılara rehberlik etmekten memnuniyet duyan birisidir. 
***
Ziyad Ebüzziya, ilk ve orta öğrenimini Galatasaray Mekteb-i Sultanisi nde tamamlamıştır. Ancak o günün Galatasaray Mekteb-i Sultani`si ile şimdinin Galatasaray Lisesi arasında derin bir uçurum olduğunu anlatırdı. Ziyad Ebüzziya, lisenin bir İslam mektebi olduğunu söylerdi. Bu kanaatini, yazdığı anılarda da okuyabilirsiniz. Meşrutiyet`e kadar okulda farz namazların cemaatle kılınmasının mecburi olduğundan, daha sonraları ise okulun mescid olarak ayrılmış kısmında namazların kılınmaya devam edildiğinden, ezanı okulun resmi müezzininin okuduğundan, din dersi hocasının ise imamlık yaptığından söz ederdi. 
Caminin kapatılışını çok defa hüzünle anlattığına şahit oldum. '1927 yılı sonunda Galatasaray Camii tamamen kapatıldı. 1928-1929 ders yılına girdiğimiz zaman caminin kıymetli ve güzel halılarının kaldırılmış, minberinin yok edilmiş, duvarlara asılı nefis hat levhalarının indirilmiş olduğunu gördük. Bu sanat eserlerine ne oldu? Allah bilir; Mihrap bir tahta perdeyle örtülmüştü. O yıl cami izci salonu yapıldı' diyerek anlatırdı.
***
Ayasofya`nın kapatılmasına sebep olan belgelerin düzmece olduğunu ve bu konuda elinde belgeler olduğunu da söylerdi Ziyad Bey;
Mutlaka Osmanlıca harfleri öğrenmemiz gerektiğini, Osmanlıca`yı bilmeden araştırmacı olmanın imkânsız olduğunu hatırlatırdı. Kütüphanesini gençaraştırmacılara sonuna kadar açardı.
Ama Pars Tuğlacı`yı, yardımseverliğini istismar etmesinden dolayı asla affedemedi. Bu hadiseyi GençAkademi Dergisi`nde haber de yapmıştık! Pars Tuğlacı nın asıl isminin 'PARSEH TUĞLACIYAN' olduğunu söylerdi Ziyad Ağabey. İsim tashihi yaptıktan sonra Pars Tuğlacı adını aldığını söylerdi sohbetlerinde. Ziyad ağabeyin ömrü boyunca Pars Tuğlacı`yı affetmemesine sebep olan hadiseyi de anlatmak istiyorum. 
Pars Tuğlacı bir araştırması için Ziyad Ebüzziya dan çeşitli kitapları ödünçolarak istemiş. O da gözünü kırpmadan vermiş, bunlar arasında 1688 yılında Amsterdam`da basılmış, Naukeurige Beschryvig der Eilanden in de Archipel der Middelantsche Zee isimli bir kitap, 1800 lerden Le Tour de Monde külliyatı gibi epey nadir eserler de mevcutmuş. 
Ziyad Bey kitapları geri aldıktan sonra kitapları kontrol etme gereği duymamış. Fakat bir süre sonra fark etmiş ki kitapların içinden 22 gravür ve 840 sayfa koparılmış. Ziyad Bey, Tuğlacı yı aramış ve 'sayfalar koparılmış' diye bilgi vermiş. Tuğlacı, 'Olmaz öyle şey. Fotoğraf çekmeleri için verdiğim kameracılar koparmıştır ya da sen vaktiyle eksik almışsındır' demiş. Bir süre geçmiş, ses seda yok. Ziyad Bey savcılıktan arama izni çıkarmış ve Pars Tuğlacı`nın evini aratmış. Koparılmış sayfalar bu evde ortaya çıkmış.
***
Ziyad Ebuzziya Naci Sadullah`ın yayınladığı, 'Parmak İzi' mecmuasının 7 Mayıs 1935 tarihli 5.sayısından kaynakla, Şehit Mehmet Muzaffer`in bir kahramanlık hikâyesini GençAkademi Dergisi`nde yayınlanmasına da izin vermişti. Yazımın başında bahsettiğim, sonraları pek çok yerde de yayınlanan bu hikayeyi Ziyad beyden dinleyelim.
***
; Ü çaylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer, zabit namzedi` olarak Çanakkale`de idi (Mart 1916). Müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale`de uğradıkları mağlubiyetlerden ve verdikleri yüz elli bin zayiattan (Daha sonra bu sayının yaklaşık iki yüz elli bin olduğu anlaşılmıştır) sonra Boğaz`ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915`in son haftasıyla 1916`nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip, çıkıp gitmişlerdi.
Muzaffer, Çanakkale`ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman, İmroz ve Bozcaada`da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorsa da, 1915 Nisan`ından Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı boğuşmalara kıyasla bu bombardımanlar hiçmesabesindeydi. Çanakkale`deki birliklerin büyük kısmı, Kafkas, Irak ve Filistin cephelerine sevk edileceklerdi. Hazırlanma ve noksanlarını ikmal emri aldılar.
Muzaffer, birliğinin alay karargahında görevliydi. Alayın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer birtakım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlarsa ancak İstanbul`dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübayaalar için açık artırma yapmak, ilanlarda bulunmak, ne adetti, ne de bunlarla kaybedilecek vakit vardı. Her şey 'itimad' la yürütülürdü. Muzaffer açıkgöz ve becerikli bir İstanbul çocuğu olduğundan, karargâh, gerekli malzemenin temin ve mubayaasına onu memur etti. İcap eden paranın kendisine itası (verilmesi) için de Erkan-ı Harbiye Riyaseti`ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.
***
O yıllarda İstanbul`da otomobil ve kamyon, nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleriyse yok denecek kadar azdı ve karaborsadaydı. Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet Karaköy`de bir Yahudi`de istediğini buldu. Fiyatlar pek fahişti ama yapacak fazla bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı; Lazım gelen parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye`ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye (ödeme) merciine havale ettiler.
Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakamın (yarbay) huzurundadır. Kaymakam, uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında hazır olda duran ihtiyat zabit namzedine baktı. İsteyeceğii paranın miktarını sormadan, 'Ne alınacak?' dedi. 'Otomobil ve kamyon lastiği' cevabı verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer`e dik dik baktı: 'Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun! Haydi yürü git, insanı günaha sokma; Para mara yok!'
***
Muzaffer selamı çaktı, dışarı çıktı. Harbiye Nezareti`nin (Bugünkü Hukuk Fakültesi binası) bahçesinden dış kapıya ağır ağır yürürken, ne yapacağını düşünüyordu. Eldeki (Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemelerde mutlaka lazımdı. Kendisi, bulur alır diye görevlendirilmişti. Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi, bir çaresini bulmak lazımdı;
Muzaffer bunları düşüne düşüne Bayezid Meydanı`na vardı. Birden durdu, kendi kendine güldü. Aradığı çareyi bulmuştu.
Doğru tüccar Yahudi`ye gitti:
'Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek. Ezandan sonra gelip malları alamam, gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapurum Çanakkale`ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için sabah ezanında geleceğim. Malları mutlaka hazır edin; '
Tüccar peki dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilave etti:
'Altın para vermiyorlar, kağıt para verecekler! (Cihan Harbi`nin başlarına kadar alışveriş altın ve gümüş parayla yapılırdı. Harple beraber 'evrak-ı nakdiye' denilen kâğıt paralar çıkarılmaya başlandı. Bunların üzerinde, karşılıklarının altın olarak Duyun-ı Umumiye`ye yatırıldığı, harpten sonra halka, karşılığının altın olarak ödeneceği yazılıydı.)
Yahudi yine peki dedi. Ertesi sabah Muzaffer, Merkez Kumandanlığı`ndan sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi`nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar, malları hazırlamıştı. Havagazı fenerinin (1930`lara kadar İstanbul`un sokakları havagazı lambalarıyla aydınlatılırdı. Evlerin çoğunda, yazıhane ve dükkânlarda elektrik yoktu. Havagazı ve gaz lambası kullanılırdı.) Yarım yamalak aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kaime (100 liralık kaime, resmi fiyatıyla 100 altın demekti. 1984 başındaki rayiciyle üçmilyon liradır) verdi. Araba dörtnal Sirkeci`ye yollandı. Malzeme şat`a, oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.
Ü çgün sonra, Yahudi, elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası`na gitti. Bozmadılar; Zira elindeki para sahte idi.
Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıdın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş, bütün gece oturmuş, çini mürekkebi ve boya ile, gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefasette taklit bir para yapmıştı!.. Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerindeki yazılar arasında bir de şu ibare bulunurdu: 'Bedeli Dersaadet`te altın olarak tesviye olunacaktır.' Muzaffer, yaptığı taklit parada bu ibareyi şöyle yazmıştı:
'Bedeli Çanakkale`de altın olarak tesviye olunacaktır.'
Onun burada 'altın' dediği, Çanakkale`de Mehmetçiğin akıttığı, altından da kıymetli kanı idi;
Ziyad Ebuzziya`nın hikaye ettiğine göre, Çanakkale`den ayrılan Mehmet Muzaffer, birliği ile birlikte Sina Cephesi`ne Gazze`ye gönderilir.
Çarpışmalarda önce yaralanır ve madalya alır. 1917 yılında İngilizlerin çok üstün kuvvetleri karşısında, geri çekilme harekatı sırasında düşman kuvvetlerini oyalamakla görevli birliğin içinde, çarpışa çarpışa şehadet şerbetini içer.
Sahte paraya gelince;
Yahudi tüccar bunu mesele yapmaz. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi, bilinemez. Ancak olay bütün İstanbul`a yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise, Şehzade Abdulhalim Efendi`nin (Sultan Abdülmecid`in oğlu Süleyman Efendi`nin torunudur) kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Yüzlük taklit evrak-ı nakdiyeyi, bedelini altın olarak ödeyerek aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul Polis Okulu`ndaki Emniyet Müzesi`ne hediye etti. Bu emsalsiz parça, müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu. 1917`den 1970`lere kadar. Sonra ne oldu?;
Bu mübarek şehidin macerasını, zamanın örttüğü kalın sis tabakaları arasından, Galatasaraylı yazar ve gazeteci merhum Naci Sadullah, 'parmak İzi' mecmuasında yayınlayarak bugünkü nesle duyurdu. (Parmak İzi Mecmuası, Sayı 5, Sayfa 5, 7 Mayıs 1935) Taklit paranın da siyah beyaz klişesini bastı.
Galatasaraylı şühedanın menkıbelerini tesbite uğraşırken, Şehit Muzaffer hakkında naklettiklerimi, Faik Soydanbay, Refik Selimoğlu, yine Balkan Harbi ve İstiklal Savaşı gönüllü gazilerimizden merhum Mehmet Arif İkar`dan dinleyerek not etmiştim. Naci Sadullah`ın yazısından haberdar olunca Emniyet Müzesi`ne gidip parayı görmüştüm. Para bir 'mukaddes emanet' gibi korunuyordu. Müze görevlisi, paranın hikayesini anlatırken heyecanlanıyor, gözleri yaşarıyordu.
1970`lerde Polis Okulu Ankara`ya taşındı, Polis Enstitüsü oldu. Müze de oraya götürüldü; Ama müze olarak değil! Eşyalar tahta kasalarda şuraya-buraya tıkıldı. O yıllarda renkli fotoğraf çekimi yeni yeni yaygınlaşıyordu. Bu eşsiz parçanın resmini çekmek istedim. Fakat bütün çabalarıma rağmen, paraya ulaşmak şöyle dursun, mevcudiyetini bile kabul ettiremedim. 1983`te bu çalışmaları tekrar ele alınca, yine paranın peşine düştüm. Polis Enstitüsü ilgililerince &ndash başvuran ben ve arkadaşlarım- sadece engeller ve müşküllerle karşılandık. Israrımız üzerine, '1983 Cumhuriyet Bayramı`nda müze açılacak. O zaman gelin, şimdi uğraşamayız.' diye baştan savulduk. Cumhuriyet Bayramı geldi, geçti, müze açılmadı. Dünyada eşi olmayan bu kıymetin yok olmuş bulunmasından cidden endişedeydim. Emniyet Genel Müdürü Fahri Görgülü Beye şahsen başvurdum. Müracaatım büyük bir anlayış ve ilgiyle karşılandı. Çok şükür, Muzaffer`in eseri bulundu. Yüreğime su serpildi.
Para, İstanbul`dan Ankara`ya göçettirilen müzenin birbirinden kıymetli eşyalarıyla beraber sağa-sola savrulmuş. Evvela, o nefis çekmecesinden çıkmış sonra kadir kıymet bilmez ellerde dolaşıp perişan olduktan sonra, çok şükür sığınacak bir yer bulmuş: 'Polis Laboratuarları Daire Başkanlığının Grafoloji ve Sahtecilik Şubesi'nin bir dosyasına!.. Bereket bu şube kadirbilir kimselerin elinde de, bu emsalsiz parçayı itinayla korumaya almışlar.
Şehit Muzaffer`in taklidini yaptığı paranın aslı 50 liralık kâğıtt paradır. Bu kâğıt paralar, üzerlerinde de yazılı olduğu gibi, Rumi 6 Ağustos 1332 tarihli kanunla tedavüle çıkarılmıştır. Bu tertip kâğıt paraların en büyük kıymeti 50 liralıklardır. Yüz lira olarak bu tipte hiçbir kupür basılmamıştır. Herhalde Şehit Muzaffer`in alacağı malzemenin bedeli elli liranın çok üstünde olmalıdır ki, iki tane ellilik imal edecek olsa anlaşılabileceğini düşünüp tek bir yüzlük yapmıştır. Bu kâğıt paralar yeni tedavüle çıktığından, getirip veren de subay ve askerleri olduğundan, tüccar, bu çeşit yüzlük kaime mevcut olup olmadığını araştırmak lüzumunu görmemiş olmalıdır. Esasen Muzaffer`in 'sabah ezanı vakti' üzerinde durması da, hem o devrin ölü ışıkları altında paranın iyice incelenmesine imkan bırakmamak, hem de sabahın o saatinde her taraf kapalı olduğundan, sağa sola sormak ihtimalini de ortadan kaldırmak için olmalıdır.
Bugün çeşitli imkânlara sahip o teksir ve fotokopi makinelerinin henüz icad edilmediği yıllarda, elle bu derecece başarılı bir taklidi yapabilmek, üstelikte bunu bir tek gecenin sınırlı saatleri içine sığdırmak, fevkalade büyük bir sahtekârlık başarısı değil, bir sanat şaheseri yaratmaktır. Allah bu sanatkârların, bu mübarek şehidin ruhundan, o gani rahmetini eksik etmesin.'