Kendi insanımızın erdemini ülke dışına duyurabiliyor muyuz? Ödevlerimizden birisidir. Büyük coğrafyalar özlemi, içi boşalmış bir ceviz kadar üzücüdür bazen. Yakın dönemin şu ünlü 'Adriyatikten Çin`e kadar...' övünmesi bir ideal değeri taşımıyordu. Halbuki o görünümde idi. Bir ütopya ihtiyacı bile değildi. Vizyonsuz politika ucuzluğunun, anlık heyecanı idi o kadar. İçtenlik taşıyor muydu, sormak lâzım. İçtenlik taşısaydı bunu içeriğinden anlayabilme hakkımızı kullanarak tartabilecektik. Böyle bir tartı da imkânsızdır diyebiliriz. Çünkü, bu büylük psikolojiyi köpürtecek, içi boş bir sözdü. Millete bir rüşvet-i kelâmdan başka bir şey değildi.
Tereddüt devirlerinde büyük sözlerin vereceği zararları düşünürüm. Bir, zamanlar karmaşası içinde bulabiliriz kendimizi.
Büyük hayattan gelen bir toplumun sıkışması kadar hazin birşey olamaz. Durmadan değerler erozyonu halinde bulunmak altından kalkılabilir birşey olmaktan çıkar birgün. Korkarım yakınlaşıyor da.
Taş olsa dayanmaz. Demiri pas yer, çürür demir. Su küf bağlar, anlamını yitirir. Kokuşmayı kim gözlerden gizleyebilecektir. Buna kimin gücü yeter!..
Öyle değil mi? Farkında değiliz temel problemleri örtüyoruz, gönül hırpalayan üzücülükleri yaşanmamış farzeder ve hiçbir şey olmamış gibi devam etmek isteriz. Lisan olarak buna hakkımız yoktur. Devlet hayatında fikrisabitler (idefiks) son derece tehlikelidir. Ü rkütücüdür. Devlet hayatından topluma yayılan bir olumluluklar bütünü olmalıdır. Toplumsal düzlemde arazlar, yetersizlikler, çelişkiler nereye kadardır? Bu çelik nereye kadar çelik kalır?
Bin yılın büyük bir insanlık vakıasıyız. Kendimizi medeniyet aynasında seyretmek zorundayız. Bu aynayı bizzat kendimiz mi kıralım! Hayır, bu ayna kırılmaz, medeniyet aynası azizdir, muazzezdir.
Anadolu`da dokunmuş bir halıyı düşününce, kendi maşerî varlığımızın belki farkına varırız. Ne dersiniz, o binbir duygu damıtılarak örülen halıda kendi rüyamız saklı değil mi?
Vaz mı geçelim, bütün o Selçuklu, Osmanlı ve devamından? Bir milletin birikimi bir bütündür. Birikimin tarihi diye bir kaygı olmalıdır. Mevlâna`yı elinizin altında keklik göremezsiniz. Cevherini, kumaşını, çalışmasını, çilesini görmek zorundasınız. Sloganımıza râm olmaya var edilmiş sayamazsınız onları. Yüzyıl yüzyıl geriye doğru ne olmuşsa ne bitmişse görmeye gidelim. İşte bu o virajdır, Yunus Emre`nin 'Zehirle pişmiş aştan yemeğe kim gelir' dediğidir. Kabrin içinde kendini hayâl edip de, sorgucu meleklere vereceği cevabı önceden yaşayan da aynı Yunus Emre`dir. 'Allah`ım sen vergil cevabı' diyebilen Yunus Emre`dir.
Aşk Anadolusu başka ne ki ? Yoksa o iki medeniyet de kurulamazdı. Ben kendi payıma bu ikisini birbirinin üveyi sayamam. Bir süreklilik bağı var aralarında.
Günümüzde siyasî oluşumlar kendilerini derin sularda denemek zorundalar. Eskisinden daha fazla. Daha hayatî . Çünkü artık, sorunları ertelemek lüksüne sahip değilizdir. Kendi kültür gerçeğimiz, medeniyetimiz, ve derin, en derin bir hamle ihtiyacı...