Bazen çocukluğum aklıma geliyor ve çok özlüyorum o günleri. Evet, şimdiki gibi bir gelişmişlik yoktu ama daha farklı bir ruhu vardı o günkü zamanların. Zihnimdeki hatıraların sayfalarını bir bir çevirirken yüzümde komik bir tebessüm oluşuveriyor hala. Cep telefonunun henüz olmadığı, internetsiz de yaşayabildiğimiz o deli dolu yıllar.
Akşam üzeri televizyonun karşısına oturup yayının başlamasını beklerdik. Siyah beyaz bir pencereden dünyayı seyrettiğimiz günlerde aşık olmuştuk bu sihirli kutuya. Bizim zamanımızdaki ve semtimizdeki meslekler standarttı. Öğretmen, “Baban ne iş yapıyor?” diye sorduğunda genellikle berber, bakkal, terzi ya da işçi diye cevaplar verilirdi. Hiçbir arkadaşımın babası radyoda DJ ya da televizyonda KJ operatörü değildi.
Her Türk çocuğunun geleneksel cevabı olan “Pilot olacağım.” diye cevap verirdim soranlara. Demek ki tutkuyla arzulamamışım bu mesleği. Zaten imkan da bulamazdım herhalde. Hayat insanı nerelere sürüklüyor, bilemiyoruz. Bazen selamlaştığımız bir dost, yazdığımız bir yazı, bazen de okuduğumuz bir gazete, izlediğimiz bir film ya da belgesel hayatımızı bir anda farklı yönlere sürükleyip ivme kazandırabiliyor.
Ya hayat bizi sürükler ya da biz kendi isteğimizle arzu ettiğimiz yere sürükleniriz. Tercih tamamen bize ait. Bu konuda her ne kadar çevresel faktörlerin etkisi oldukça yoğun olsa da gerçekten tam anlamıyla odaklandığımız hedefe ulaşmamızın önünde hiçbir engel duramaz. Biraz sebat, biraz inat ama büyük ölçüde icraat gerektirir gerektirmesine de işte nedense bu sebat konusunda biraz daha kendimizi geliştirmekte büyük fayda var.
Kendi yaşam tarzımıza kazan kaldırmanın herhangi bir zamanı bulunmamakla birlikte hayatın her döneminde herhangi bir yaşımızda bunun üstesinden gelebileceğimizi biliyor olmamız, süregelen sıkıntılardan bizi kurtaracak olan yegane emniyet sübabıdır. Sürdürülebilir yaşam kalitesi ve huzurlu bir ömrün kapısını aralayabilenlerin kullandığı ortak anahtarlardan biri de kendini sürekli güncellemektir. Evet, akıllı telefonumuzu bir gün geçgüncellediğimizde yaşadığımız huzursuzluk neden sıra kendi benliğimize gelince çevrimdışı oluveriyor? Peki ya neden hayatımızda belirli bir noktaya gelince “Ben oldum!” deyip salıveriyoruz kendimizi?
Hatırlıyorum da 90'ların sonunda bizim meslekte 'Analog' dediğimiz eski televizyon yayın sistemleri kullanan bir çok arkadaş, dijital sisteme ayak uyduramayıp başka mesleklere yönelmişlerdi. Üstelik de bunu mesleklerinin zirvesindeyken yapmak zorunda kalmışlardı. Kendisini sürekli güncelleyenler, mesleğinin incelikleri hakkında sürekli araştırma içinde olup öğrenme yetisini kaybetmeyenlerdi bugünlere kadar gelebilenler. Zaten atalarımız da dememiş mi; “Öğrenmenin yaşı yoktur.” diye? O halde nedir bu salıvermişlik, bu ne rahatlık? Yarın bir gün bizim tasarrufumuz dışındaki en ufak bir güncelleme, bizim de iş ve sosyal yaşantımızı altüst etmeyecek mi sanıyoruz?
Ha “Ben oldum!” demişiz ha “Ben öldüm!”. Hiçbir fark yok aralarında. Şapkamızı önümüze koyup kendi kendimize sormamız gereken soru şu: “Ekmeğimle oynanmaya kalkıldığında, bunu yapana karşı olacak olan mücadelemin haddi hesabı yok da peki ama bunu ben kendi kendime yaparsam, kendi ekmeğimle oynarsam, bunun karşılığı ne olacak?” Yaşam oldukça uzun. Türlü türlü çelme takmaya çalışan insanlar çıkıyor karşımıza ve sonu asla da gelmeyecek bunun. Onların bu hayatta yapabileceği, başarabileceği tek şey bu belki de. Ama onlara fırsat sunup ellerine koz verdiğimizde çok da suçlamamamız gerekir bu tür insanları. Çünkü sonuna kadar hak etmişiz bunu. Az bile yapıyorlar.
Hayallerimizi hedefe dönüştürüp maraton koşucusu gibi peşinden gidersek ve hatta bunu bir bayrak yarışı gibi ekip ruhu bilinciyle de yaparsak, hiçbir zaman 'Ben oldum!`demeye vaktimiz olmayacaktır zaten. Mümkünse asla da bunu demeyelim lütfen...