Bayram: Medeniyetin dirilen çehresi

Şafak, şehrin üzerine bir altın şal sererken, sokaklar bir türküye uyanır. Ramazan Bayramı, zamanın kaskatı ritmine inat, insanı “insan” kılan bütün değerleri kuşanarak gelir.

Abone Ol

O, sadece bir gün değil; özün, sözün ve sonsuzluğun harman olduğu bir “an”dır. Çocukların ayakkabılarındaki parıltı, bayram namazına koşan erkenci adımlar, şeker keselerinde biriken umut… Hepsi, medeniyetimizin kadim nehrinden süzülen birer inci tanesi. Fakat bu bayram, aynı zamanda bir sığınaktır: Modern çağın her şeyi silip süpüren kasırgasına karşı, köklerimize tutunma çabası.

Edebiyatımız, bu çabanın şahididir. Baki’nin “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal” mısraı, insanın kâinatla kurduğu ahengi anlatırken, bayramı bir musikiye benzetir. Yahya Kemal’in “Kendi gök kubbemiz altında” yürüdüğümüzü hatırlatan dizeleri, bayram sabahlarının bize ait olanı nasıl dirilttiğini fısıldar. Necip Fazıl’ın Çile’sindeki “Bayram, geceye inen bir el” tasviri ise insanın iç karanlığını dağıtan bir şafak yarılışıdır. Fakat Sezai Karakoç’un diliyle konuşursak: Bayram, “ölü toprağı serpilmiş bir çağda dirilişe açılan mühürlü kapı”dır. Şiirlerinde, modern insanın yabancılaşmış ruhuna rağmen, bayramın bir “kurtuluş manifestosu” olduğunu vurgular. Çünkü her bayram, medeniyetimizin yeniden doğuşudur; çürüyen değil, çiçeklenendir.

Ne var ki bugün, medeniyetimizin bu diriliş çiçekleri, modernleşmenin beton ellerinde ezilmekte. Hızın putlaştığı, insanın makineleştiği, hatıraların silikleştiği bir çağda, bayramları yaşatmak bir varoluş mücadelesine dönüştü. Unutmamalı: Bayram, sadece geçmişin nostaljisi değil; insanlığın geleceğe taşıdığı bir meşaledir. Onu kaybetmek, medeniyet kervanının izini yitirmek demek. Bu yüzden, her birimiz, bu kervanın yol bekçileriyiz. Çocukların bayramlık giysileri, aslında kaybolan masumiyetin son kalesi. Ellerine tutuşturulan şekerler, unutulan cömertliğin kıvılcımı. Bu kıvılcımı söndürmemek, modern zamanların soğuk rüzgârına inat, yüreğimizi bir ocak gibi yakmak boynumuzun borcu.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında.” Bayram, tam da bu ikilemi aşma çabasıdır. Betonlaşan şehirlerde, camların arkasına hapsolan yalnızlıklara inat, kapıları çalmak… Bayramlaşmak, birbirimizin gözlerinde kendi insanlığımızı görmektir. Karakoç’un Hızır’la Kırk Saat’inde vurguladığı üzere: “İnsan, ancak kendini aşınca insan olur.” Bayram, işte bu aşmanın adıdır. Televizyon ve telefon ekranlarına hapsolan ruhlarımızı, bir sabah ezanıyla kurtarmak… Alışveriş çılgınlığının ve sosyal medya esaretinin gölgesinde, paylaşmanın kutsal ritüelini diriltmek…

Son söz, yine o büyük üstada ait olsun: “Bayram, kayıp cennetin kapısında durup soluklanmaktır. O kapıyı yıkmak değil, tamir etmektir.” Bugün, o kapının önünde bir kez daha duruyoruz. Modernleşmenin her şeyi silip süpüren seline karşı, bayramı bir set gibi örmeliyiz. Çünkü bayram, sadece bir gün değil; medeniyetimizin yeniden dirilişe hazırlandığı bir “an”dır. Ve bu an, hepimize şunu haykırır: İnsan kalabilmek için, insanlığı yaşatmalıyız.

Ramazan Bayramı, işte bu haykırışın adıdır.