Aksiyon filmlerini seviyorum ve fırsat buldukça izliyorum. Geçenlerde 2022 yapımı “Top Gun: Maverick” adlı Amerikan filmini izledim. Otuz yedi yıl aradan sonra çekilmiş ikinci Top Gun filmi olması açısından dikkat çekiciydi. İlk filmi izleyenler bilirler, başarılı aksiyon sahneleriyle dolu olan filmde bol bol Amerikan yapımı uçak ve silah reklamı bulunuyordu. Bu bölüm de farklı olmamış, Amerikan yapımı farklı bir kaç uçak modeline yer verilmiş. Özellikle Boeing’in “Eşek Arısı” lakaplı F/A 18F modeli uçaklarına ait uzun süren sahneler dikkatimi çekti. Düşman kuvvetler olarak herhangi bir devlet ismi geçmiyor ama karşılarında Rusların SU-57 diye adlandırılan uçakları ile olan muharebe sahneleri olması söylenecek fazla söz bırakmıyor.

Sinema sanatına ait eserler de diğer pek çok sanat dalında olduğu gibi “çatışma” dediğimiz unsur üzerine kurulu. Türk sinemasının geçmişindeki zengin kız, fakir oğlan karakterlerinin varlığını “biraz” abartılmış çatışma örnekleri olarak hatırlıyoruz. Amerikan filmlerinde ise Rusya ve çevresindeki ülkelere atfedilen potansiyel hasımlık vasfı, çatışmanın ana kaynağını oluşturuyor. Oysa Sovyetler Birliğini dağılmasına yol açan Glasnost döneminde Rusya, Amerikalılar için bir hasım ülke olarak asla lanse edilmemişti. Ne zamanki Vladimir Putin ülkenin başına geçti, o günden itibaren Ruslar, Amerikan filmlerinde yeniden “potansiyel düşman” olarak gösterilmeye başlandı.

Politik hayatın içindekiler, genellikle filmleri hatta diğer sanat eserlerini bile reel-politikle ilişkilendirmeye mesafeli duruyorlar. O dediğin filmlerde olur diyerek, küçümsediklerine de şahit olmuşuzdur.  Ama her nasılsa filmlerde izlediğimiz pek çok olayın kısa süre sonra gerçek hayatta yaşandığını görüyoruz ve bu tür önemsizleştirici sözler eden siyasilerin ise aynı olayları öngöremediklerini de unutuyoruz. Oysa sektörün içindekiler iyi biliyorlar ki; Hollywood’da özellikle politik/askeri filmler tesadüfen üretilmiyorlar.

Top Gun: Maverick filmine geri dönersek... Uçak reklamlarının yanı sıra, izleyicinin zihnine kazınacak önemli algılar var. Göreve giden müfrezeye, komutanlarının hedefleri konusunda açıklama yaparken kullandığı cümle bilhassa dikkat çekici: Başına buyruk bir devletin gizli bir uranyum zenginleştirme tesisi.

Ne demek başına buyruk bir devlet? Buyruğu başkasından almayan, bağımsız devlet demek. Burada biraz duralım. Uranyum zenginleştirmesi konusunda çalışma yaptığı için hedefe konulan ülkeyi herkes biliyor; İran. Peki, “başına buyruk” vasfına sahip devletler başka kimler olabilir? Elbette bağımsızlığı için çabalayan, kaynaklarını emperyalizme kullandırtmamak için mücadele veren ve kendi kendine yetmeye çalışan ülkeler. Bir film belki önemsiz bir detay, bir süre gösterimde kalacak ve unutulup gidecek, ama Amerikan askerlerine görev verilirken söylenen söz önemli. Bir bakış açısının tezahürü, bir algısal çalışmanın ürünü aynı zamanda.

Amerika’nın özellikle Demokrat Parti iktidardayken, dünyanın kabadayılığına soyunduğunu fark etmişsinizdir. Cumhuriyetçi Donald Trump, çeşitli ülkelere yayılmış Amerikan askerlerini geri çekerken Demokratlardan çok tepki almıştı. Tek bir insanın öldürülmesi emrini vermeyen, yankileri ülkesine döndüren kişi, dünya kamuoyunun gözünde kötü bir diktatör, Ortadoğu’daki milyonlarca insanın öldürülmesi emrinde imzası olan Obama ise sevgi pıtırcığı olarak lanse edilmişti. Hatta “barışa” katkılarından dolayı Nobel Barış Ödülü ile taltif edildi. Yanlış anlaşılma olmasın, Amerika algılarla oynuyor demiyorum. Amerika’da iktidarı ele geçiren küresel imparatorluk derdindeki Demokratlar algıları yönlendirmeyi iyi biliyorlar diyorum.

Putin’i severiz, sevmeyiz, Rusların zamanında yaptıkları Moskof mezalimlerini unutamayız, Yeşilköy’e kadar ordularıyla geldikleri de daha dün gibi aklımızda, Kırım’ı işgal etmelerine de karşı çıktık ve Kırımlı kardeşlerimizin her zaman yanındayız. Ama bütün bunlar, Putin’in küreselciler tarafından hedef gösterildiğini, ülkesi ve kendi halkı için çalıştığı gerçeğini görmezden gelmemize yol açmıyor. Aynı şekilde ülkesinin petrollerini çıkarma hakkını Amerikan şirketlerine satmayan, ama petrolü kendim çıkarıp satarım diyerek ülkesine gelir elde etmeye çalışan Venezuela lideri Nicolas Maduro da hedefte. Dolarizasyon belası ile ülkesinde yüzde bin beş yüz enflasyon yaşatıldı, ama yolundan geri dönmedi. Başına buyruk devlet olmak illâ Amerikan jetlerinin saldırısı altında kalmayı gerektirmiyor. Amerika gibi bir gücü küresel tek dünya devletine giden yolda kullanan küreselcilerin başka pek çok yöntemleri var elbette. Bunların başında da ülkelerin iç işlerine karışarak, sokaktaki adamın sadece filmlerde olur zannettiği yöntemlerle iktidarları değiştirip, kendi istedikleri elemanları ülkelerin başına getirmek.

Venezuela’da Juan Gerardo Guaidó Márquez isimli şahsın beyaz gömlek giyip, sol elini havaya kaldırarak verdiği büyük devrimci pozları hala aklımızda, internette ismini yazıp görsel arama yaparsanız görebilirsiniz. Rusya’ya Amerika ve Avrupa Birliği destekli gönderilen Alexei Navalny isimli kişiyi de biliyoruz. Genellikle eli yüzü düzgün, özellikle genç yaştaki kitleyi etkileyecek sevgi pıtırcığı görünümlü tipoloji... Ama sonuçta halkının desteğini alarak dik durmayı başaran yurtsever liderler kazanıyor ve onlarla muhatap olmak zorunda kalıyorlar.

Amerika veya bir başkasından, buyruğu herhangi başka bir devletten almayan, kendi başına buyruk bir devlette yaşamak bizim de hakkımız. Ancak böyle olursa refaha kavuşur ve çocuklarımızın geleceği için umudumuz olur. Unutmayalım ki, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran irade, “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyerek geleceğimize ışık tutmuştu.

Dünyada neler olup bittiğine bakmak, neyin ne olduğuna dair ülkemiz açısından sistematik bir bakış açısına kavuşmak gibi bir çabamız olmalı. Yoksa filmlerle ve medyayla algılarımızı değiştirirler, kendi milletimizi aşağılamayı milliyetçilik, devletimizi küçük görmeyi de yurtseverlik sanmaya başlarız.