Aristophanes; (M.Ö.yak. 450- yak. 385) Atinalıdır. En önemli komedya yazarlarının başında gelir. Yaşadığı dönemin siyasal, kültürel sorunlarını ince bir zekâ ile alay ederek eleştirir.
Aristophanes’in yaşadığı çağda sosyo-ekonomik çevre polis (site-devleti) düzenidir. Atina sitesinde uygulanan demokrasi tüm Yunan sitelerinde olduğu gibi köleci bir ekonomik düzene dayalıdır. Yunan siteleri kalabalık bir köle nüfusuna sahiplerdir lakin demokrasi sadece “vatandaş” içindir.
M.Ö. V. yüzyılın sonlarından itibaren sitelerde meydana gelen toplumsal ve ekonomik gelişmelere paralel demokrasi karşıtı görüşlerin ortaya çıktığı, bir kısım filozofun demokrasiyi tümden reddederken bir kısım filozofun demokrasideki aşırılıkların giderilmesi için reformlar tavsiye etmesi tartışmalarının olduğu dönemlere denk gelir komedyanın çıkışı.
‘’Barış’’ komedyasının özel karakterini, siyasi ortam, savaşlar dönemin tarihsel süreci belirlemektedir. Aristophanes, çocukluk çağında Perslerle savaş ve Pleponez Savaşları arasındaki Atina’nın sancılı dönemlerinde savaşın dehşet verici çıkışı ile karşılaşır. Komedyasındaki sözünü ettiği dönem, çarpışmalar, kuşatmaların altında ezilen halkın veba, salgın hastalık ile sayısız can vermesi. En karanlık durum o dönem devlet adamı Perikles’in vebaya yenik düşmesidir. Ardından gelen devlet adamı Kleon Aristofanes tarafından alay edilen cesur bir kişilik olmasına karşın Perikes kadar zeki olmadığı ortadadır. Oyun için tam da bir dönüm noktasından söz etmek mümkündür. Kleon ve hasmı Spartalı Brasidas’ın ölümü ile bir barış anlaşması gündeme gelmiş gibi görünse de kısa süreli bu barışın ardından savaşın alevleneceğini kimse bilemezdi. Antik komedyanın tipik bölümlerini içeren oyunun sonunda koronun gösterisi; Yunanlılar için özlenen bolluk, barış, yitirilmiş birliğin kazanılmasına istek yaparken, savaşa ve silahlara kahretmektedir. Emekçi halk kesimi iken savaştan çıkarları olan ve silah ticareti yapanların yani o dönem ‘’Orakçı, Tuğcu, Zırh Tüccarı, Miğfer Ustası, Mızrak İmalatçısı, Savaş Borazanı Ustası’’ ile ilginç diyalogları bulunmaktadır.
Barış komedyasından yüz yıllar sonra, 1932’de Einstein psikanalizin babası Sigmund Freud ile mektuplaşmaya başlar. Konu yine savaştır. İnsanın şiddete olan düşkünlüğü neden kaynaklanır? Dünyadaki şiddet ve savaş nasıl azaltılır? İnsanlığı savaş tehdidinden korumanın yolu var mıdır? Gibi birçok soru üzerine entelektüel bir tartışma yürütürler. Mektuplaşma, Sıgmund Freud’un “Bir Yanılsamanın Geleceği/Neden Savaş” eserinde bulunmaktadır.
“Sevgili Bay Einstein!
İlginizi çeken, başkalarının da ilgisini çekmeye değer gördüğümüz bir konuda benimle fikir alışverişinde bulunmak istediğinizi öğrenince büyük bir memnuniyetle karşıladım isteğinizi. Bunun için günümüzde bilinebilirlik sınırındaki sorunlardan birini seçeceğinizi beklemiştim. Bir fizikçi ve bir psikolog olarak ilgili soruna doğru kendine özgü bir yol açacak, değişik yönlerden gelerek aynı yerde buluşacaktık. Ama siz, savaş belasını insanların başından uzaklaştırabilmek için neler yapılabileceği sorusuyla sürpriz yaptınız bana. İlgili konuda –neredeyse bizi diyecektim- kendimi yetkisiz gördüğüm için irkildim önce çünkü bu bana pratikte devlet adamlarına düşen görev gibi göründü. Ama sonra sizin soruyu bir doğa bilgini, bir fizikçi gibi değil, Dünya Savaşı’nın açlık çeken, yersiz yurtsuz kurbanlarına yardım götürmeyi kendisine görev edinmiş kutup araştırmacısı Fridtjof Nansen gibi biri, Birleşmiş Milletler’in önerilerine kulak veren bir insan dostu olarak sorduğunuzu anladım. Ayrıca, benden pratik önerilerde bulunmam beklenmiyor, sadece savaşı önleme sorununa bir psikolog gözüyle nasıl baktığımı bildirmem isteniyordu.”
Einstein, mektuplaşmada hak ve güç arasındaki ilişki ile sözlerine başlarken; Freud güç sözcüğünü “zorbalık” sözcüğü ile değiştirir. Öldürmenin içgüdüsel eğilimini açıklar. Zorbalığın egemenliğe değinir, zorbalıktan hakka giden yolu, bir tarafın gücündeki büyüklüğün birden çok zayıf insanın bir araya gelmesiyle giderebileceği üzerinden geçtiğini söyler. “Birleşmeden güç doğar.”
Antik Yunan’dan yüzyıllar sonra, toplumu efendiler ve baskı altında tutulan iki sınıfa ayıran Freud, kaba kuvvetin silaha, silahın zekaya dönüştüğü süreçten, güç, çıkar çatışmaları, uygarlık doğrultusunda geçirilecek değişim, hukuktaki değişiklikler gibi konulara değinirken Birleşmiş Milletler ile igili tespitini şöyle ifade eder:
“Savaşın kesin şekilde önlenmesi, ancak insanların bütün çıkar çatışmalarında mahkeme rolü oynayacak merkezi bir otoritenin oluşturulması konusunda anlaşmasıyla gerçekleşebilecekti. Bu da ilkin bir üst organın kurulması, sonra gereken gücün ilgili organın buyruğuna verilmesi olmak üzere iki ayrı şeyin yapılmasına bakmaktaydı. İkisinden yalnızca birinin gerçekleştirilmesi yeterli değildi. Böylece Birleşmiş Milletler Kurumu çıkmıştı ortaya. Ne var ki, ikinci koşul yerine getirilmemişti, bu kurumun kendi gücü olmayıp tek tek üye devletlerin kendisine tanıdığı kadar bir gücü elinde bulundurmakta, dolayısıyla günümüzde bu kurumdan pek bir şey çıkacağa benzememektedir. Belki insanlık tarihinde Birleşmiş Milletler gibi bir denemeyle sıklıkla, hele bu kapsamda hiç karşılaşılmadığı bilinmese, böyle bir kurumdan kimse pek bir şey anlamayacaktı. Normalde iktidar sahiplerinin ellerindeki otoriteyi, yani zorlayıcı gücü belli düşünsel tutumlara aktarma denemesidir Birleşmiş Milletler Kurumu.”
Bir topluluğu, dayatmalar ve duygusal bağlantıların ayakta tuttuğunu söyleyen Freud savaş ve savaş psikolojisi ile ilgili önemli gerçeklere, savaşın insanlık tarihi ile beraber olağanlığına dair düşüncelerini aktarır.
Roma Antik Yunan’dan gücü miras almıştır, Romalılar dışında herkes köledir. Bosna, Suriye, Afganistan, Libya, Musul, Gazze’de yaşanan soykırımlar ile Amerika ve Avrupa ülkeleri ataları gibi kontrolsüz güç kullanmaktan, çifte standart uygulamalarından geri kalmamışlardır. Zulüm karşısında sessiz kalan Avrupa’nın demokrasi ve insan hakları ugulamalarını kendi duygusal, düşüncel bağlamında uygulayıp, evrensel hukuk kaidelerinden ne kadar uzak olduğu tarihlerine kazılıdır.
“Ben asker değilim, sanatkârım marangozluktan başka elimden bir iş gelmez. Kudüs mutlaka bir gün fethedilecektir, benim de bu fethe bir katkım olsun.” diyen marangozun ahşap sanatlı minberini Kudüs’ün fethinden sonra Selahattin Eyyubi Mescid-i Aksa’ya yerleştirir. İnsanlık tarihinde savaşlar, soykırımlar bir düşünce, ideoloji, menfaat eseri olarak hep yaşanmıştır, geriye kalan tarihe işlenmiş sanatsal ürünler ve kaynaklardır. Yaşanan soykırım, savaş, her türlü zulüm sinema, tiyatro, edebiyat başta olmak üzere sanatın her alanına aktarılmalı ve gelecek nesillere kaynak eserler bırakılmalıdır.

YORUMLAR